Hukuk Devleti Olmaklığın Dayanılmaz Hafifliği ve Derinlik Yanılsamasının Çift Yanlı Bağlamazlığı
1-&      Çağdaş yaşam koşulları içerisinde ve felsefî/akademik yazın hayatında yönetimler demokrasiler ile diğerleri olarak  ayrıştırılırlar. Demokrasileri de hukukun üstünlüğünü içlerine sindirebilme kapasitelerine göre ayırıma tabi tutmak gerektiği kanaatindeyim. Bunu yapmadığımız takdirde devletin acımasız kudreti ile insanın doğasından getirdiğini kabul ettiğimiz, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez haklarının filizlendirilip toplumsal koşullarda yeşertilmesi ile garanti altında olmasının imkansızlığıyla karşı karşıya kalırız; ki bu son derece yanlış olur. Bu bağlamda demokrasileri yeniden ayırıma tabi tutmak zorunluluğu ortaya çıkar, bunu da gayet basit bir teknikle, hukukun üstünlüğünü sindirebilme kapasitelerine göre; hukuk devletleri ve diğerleri olarak sınıflandırmamız gerekir.
      Bu aşamadan sonra “diğerleri” katagorisinde ki hukuksuz, insan haklarına saygısız, keyfi yönetim ve keyfi kuralların insanlara dayatıldığı totaliter/otoriter devlet yada rejimleri bir yana bırakıyoruz. Bundan sonraki aşamalarda bizi yani insanları/insanlığı ilgilendiren “Hukuk devletleri”dir.
      Devlet dediğimiz olgunun ortaya çıkışını kökenini burada uzun uzun anlatmaya da gerek yoktur. Orta çağın karanlığından beri filozoflar bu konuda yeterince kafa yormuş hatta birçok fikirleri ile de hem kendilerinin kafalarını, hem de insanlığın kafasını hayli karıştırmışlardır. Bunların en ünlüsü devlet olgusunu izahı yüzünden canından olmuştur; Socrates, site devletçiliğinin yanılmaz generalleri Aiteus ve Meletus’un -ki bunlar o tarihlerde aynı zamanda senatör idiler- ithamları ile zindana/yada bir çukura atılacak, kendi öz elleri ile baldıran zehiri içerek ölüme mahkum edilecektir.
      İşte bu nokta çok önemlidir. Çünkü ilerici-gerici, yenilikçi-statükocu ve derin devlet yapılanmacılığının çelik çekirdeği, insan haklarını hiçe sayıcığın kırılma noktadır.
      Gerek yenilikçiliğin ve modernizmin önünü açmak bakımından yeni düşüncelere ve düşünürlere gelenekçilerin/gerici-irticacıların- ne kadar tahammülsüz ve ne kadar statükocu olduklarını kanıtlamak bakımından ve daha önemlisi derin devlet anlayışının ortaya çıkışının da bu noktadan başlaması açısından dikkat çekmektedir.
      Socrates’ı yeni fikirleri ile gençlerin aklını çeliyor diye yargılayan ve öldüren gerici/statükocu zihniyet, aradan geçen iki bin yıla rağmen, üçüncü bin yılda sade, üzerindeki entarisini çıkarmış(İskoçlar ise bunu hala başaramamıştır) zengin görünümlü İngiliz kumaşından yapılma takım elbise giymiş olmak  dışında  hiçbir şeyini değiştirmemiştir.  Bu gün Socrates’ı mezarından çıkarsak, emin olunuz ki çağın Aiteus ve Meletuslar’ından oluşan “derin yapılanmalar” boynuna yağlı urgan geçirip canlı yayında insanlığa ibret olsun diye de asarlardı.
      Bilim insanı olması nedeniyle imparatorun(Preator) yakınında oluşu, general ve üstelikte senetör olan derinliğin Habilleri Aiteus ve Meletus’u Roma’nın Alî Menfaati için “zararlı” görülen Socrates’ı yok etmeyi ne pahasına olursa olsun başarmakla kendilerini görevli saymaları ile ilk derin devlet oluşumu ortaya çıkmıştır.
      Çünkü bunlar;
1-Kendileri için hiçbir şey istememektedirler.
2-Kendileri zaten toprak sahibi, varlıklı insanlardır.
3-Kendilerinin zaten yeterince köleleri mevcuttur.
4-Kendileri zaten Roma İmparatorluk Ordularında Generaldirler.
5-Kendileri aynı zamanda zaten yekpare mermer sütunlarla bezenmiş Roma Senatosunda Senatördürler.
6-Filozof Sokrates “zararlı” olabilecek kadar imparatora ve dolayısıyla devlete yakındır; şimdilik gençlerin aklını çeliyorsa, ilerde imparatorun aklını da çelebilecektir.
7-İmparatora yakınlığı ve yenilikçi fikirleri dolayısıyla imparatoru da etkileyebilecek, sonucunda statükocu yapıda değişme yönetimde boşluk oluşturabilecektir.
8-Bu adam ve  düşünceleri, “zararlı”dır; bu nedenle tasfiye edilmelidir. İşte bu anlayışla hareket ve bu anlayışla bir insanın katli “Derin Devlet” yapılanmasının adı konulmamış nüvesi, numunesidir.
      İlerleyen tarih şeridinde bu anlayışın adı, doğu Roma’da “Bizans Entrikaları”na dönüşecek, Osmanlı Sarayı’nda “Kazan Kaldırma” eylemi olarak boy gösterecektir.
      Bu kısa uzak geçmiş turundan sonra, birazda yakın geçmişe bakabilmek için yazının başında söylediğimiz “…hukuk devleti olmak…” kavramına bakmak derin yapılanmanın açıklanabilmesi açısından son derece önem arz etmektedir.
      Hukuk Devleti Olmak:
      Demokrasi geleneğini, Hukukun üstünlüğünü benimseyip, insanlarına vatandaş gözüyle bakmak suretiyle işlem ve eylemlerinde hukuk kuralları çerçevesi dışına çıkmayarak, özgür eşit insanlara hiçbir şekilde ayrımcı/ayrılıkçı gözle bakmamayı benimseyen işlem ve eylemlerinin eşit özgür adil biçimde belirlediği yargı organınca denetlenmesini çağdaş medeniyet bilinci sayan, hiçbir kişi ve ya kurumuna yasa dışı davranma yetisi ve yetkisi tanımayan, şeffaf, katılımcılığı özendiren hukuksal meşru düzenlemeleri ile en evvel kendini, kişileri, kurumları bağlayan meşru devlet  yada yönetim biçiminin kabul erdemidir; hukuk devleti olmak. Giz ve karanlığa” hiçbir biçimde gömülmemek, vatandaş saydığı insanlardan bir şeyleri saklamamak, üçüncü bin yılda besleme medya oluşumuna izin vermemek; bunu yaparken özgür basın oluşumunun önünü açmaktır hukuk devleti olmak. Bunu yaparken devletin tanımlamasını iyi yapmak gerekmektedir. Kurumlarını yerli yerine oturtmak lazımdır; aksi takdirde kurumları yerli yerine oturtmadınız mı devletin tanımlamasını yapamazsınız.
      Demokrasinin erdemi akıl olmak gerekir. Aklın filizi özgürlüktür. Özgürlüğün tarlası hukukun üstünlüğüdür; adalettir tek kelimeyle…
      “…Ben hukuk devletiyim…” diyen bir yapılanma, her şeyden önce ve en evvel, hukuk devleti olmayı, hukuku, hukukun üstünlüğünü içine sindirmiş olacaktır. Bu sindirmenin yerli yerine oturtulmuş kurumları, yani demokrasinin vazgeçilmezleri, epitel dokularıyla sistem içine her nefes taze oksijen gibi çekilmesi ve her an insan özgürlüğü olarak dış dünyaya yansıtılması, bunun da çıplak gözle her daim izlenmesi gereklidir.
HUKUK DEVLETİ NEDİR?
Hukuk devleti  en kısa tanımıyla, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukukî güvenlik sağlayan devlet demektir. Hukuk devleti; kuralları üzerinde uygulanacak, gerçek ve tüzel kişilerin hukukî güvenlik içinde olduğu, yani insanların yaşamdan ve yarından korkmadığı, korkmasını önleyecek önceden belirlenmiş kişilik dışı kuralların bulunduğu, bunların yasalarla sınırlarının çizilmiş olduğu ve aynı zamanda devletin/idarenin de aynı hukuk kuralları ile kendini bağıtladığı bir devlettir.
Vatandaşların hukuki güvence içinde oldukları, devletin eylem ve işlemlerinin de hukuk kurallarına bağlı olduğu sistem. Bu devlet sisteminde yürütme/devlet hukuka bağlıdır ve yürütme işlemleri de yargısal denetime  tabidir.
      Bu açıklamalar ışığında baktığımızda; Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün dünyada bilindiği üzere mükemmel bir hukuk devletidir..(!)
     Hukuk devleti, yetkiyi elinde bulunduran siyasi otoritenin yani devletin koyduğu yasalara kendisinin de uymasını, kendini hukukla bağlamasını ifade eder. Çağdaş ve ideal/evrensel hukuk devleti ilkeleri bakımından ele aldığımızda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hukuk devleti olduğunu iddia etsekte, Avrupa Birliği yoluna düştüğümüzde adama hemen sormazlar mı neden arka arkaya dokuz tane uyum paketi çıkararak hukukun üstünlüğüne yaklaşma çabasındasınız diye!? Bu nedenle hukuk devleti olmanın sanıldığı kadar kolay olmadığı rahatça görülebilir. Evet görünürde bir anayasa vardır ve bu anayasa kağıt üzerinde uygulanmaktadır; getirdiği kurumlar şakır şakır işlemektedir.
     Ancak 1980 darbesini yapan zihniyet, anayasada temel hak ve özgürlükleri düzenlerken, adeta devlet ve bireyi rakip olarak görmüş, verdiği her özgürlüğe karşılık kişilere bir ödev yüklemiş hatta bazı durumlarda bir maddelik bir hak için on maddelik kısıtlama koşulları getirmiştir.
     Anayasa Mahkemesi daha çağcıl görüşle hareket ederek darbeci zihniyetin katı anlayışını, getirdiği tanımla günün mükemmeliyetçiliği ile yoğurmaya çalışmıştır.
     Türk Anayasa Yargısının Hukuk Devleti Yorumu ve Tanımı:
   Anayasa Mahkemesi de 12 Kasım 1991 tarih ve K.1991/43 sayılı Kararında hukuk devleti ilkesini, benzer bir şekilde “…yönetilenlere en güçlü, en etkin ve en kapsamlı biçimde hukuksal güvencenin sağlanması, tüm devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olması…” olarak tanımlamıştır. Devamla hukuk devleti olmaklığı;
   “Hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlarından kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaştığında geçersiz kalacağı bilen devlet…” biçiminde ayrıntılarını özetleyerek belirtmiştir.
   Barolar Birliğinin Bir Bildirisinde Yaptığı Tanımlama ise anayasa yargısının kararında belirtilen nitelikleri tekrarlar biçimdedir; “15 ilin baro başkanlarıysa© ortak bir açıklamayla "Türkiye 'hukuk devleti' olabilme testinden bir kez daha başarısız çıkmıştır" dedi; Başbakan Erdoğan'ın "ucu nereye varırsa varsın gereği yapılacak"; Adalet ve İçişleri Bakanları'nın da "gereğinin sonuna kadar yapılacağı" taahhütlerini…” hatırlatarak devamla;
   “…Anayasal demokrasinin ilkelerine uyulması bağlayıcıdır. Bu zorunluluk daha ziyade devlet organlarını; siyasal iktidarı ve kamu görevlilerini konu alan bir bağlayıcılıktır. Bu bağlayıcılık, kamu karşısında fertlerin haklarının en temel güvence alanını oluşturmaktadır. Çünkü anayasayla belirlenen ilkeler, kişiler arası özel ilişkileri değil, kişilerin devlet karşısındaki konumunu ve devletin kişilere ve kamu alanına yönelik tasarruflarına bağlayıcılık getirmektedir. Bu şart, anayasal demokrasi düşüncesinin fertlere sunulan kişisel yaşam alanlarının en temel güvencesi olması sonucunu doğurmuştur….”
   I)HUKUK DEVLETİ TARİHİ SÜREÇ
Hukuk Devleti kavramı, Anglo-Sakson terminolojisinde “hukukun üstünlüğüne dayalı devlet” veya “hukukun hükümran olduğu devlet” olarak adlandırılırken, Kıta Avrupasında Almanya’dan yayılıp benimsenen “hukuk devleti” kavramı ile adlandırılmaktadır.Bizde de “hukuk devleti” kavramının yanı sıra “hukukun üstünlüğü”, “hukuka bağlı devlet” kavramları da “hukuk devleti” kavramı yerine kullanılmaktadır.Oysaki “hukukun üstünlüğü” kavramı ile “hukuk devleti “kavramı ortaya çıkış coğrafyalarına göre farklı anlamları içerlerinde barındırır durumdadırlar.Çünkü “hukukun üstünlüğü” terimi devletin yanında hukukun daha fazla kendini gösterebilme fırsatı bulduğu yani devletin hukukla bağlı kalmasında daha etkin rol oynayan bir sistemi anlatmakta; “hukuk devleti” kavramı ise tam tersi olarak devlet kavramının hukuk karşısında edindiği yerin daha önde olması anlamına gelmektedir.Yani “hukukun üstünlüğü kavramında “az devlet çok hukuk” “hukuk devleti kavramında ise “az hukuk çok devlet “kavramı geçerlidir .
“Hukuk devleti genel anlamda yönetenlerin ya da siyasal iktidar sahiplerinin keyfi eylem ve işlemlerine karşı yönetilenlere hukuksal güvenceler sağlayan bir devlet tipi” , “temel hak ve hürriyetlerin teminat altına alındığı ve kişilere hukuksal teminat sağlayan devlet” , “hukuk çerçevesinde yönetim kısaca hukuka dayanarak ve hukuk sayesinde var olan devlet/yönetim” , “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sitemi anlatır” gibi bir çok şekilde tanımlanmıştır.
          Hukuk devleti kavramının doğuşu çok eski bir geçmişe dayanmaz. XIX.yüzyıl başlarında Alman Hukuk çerçevesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Hukuk camiasının malumları olduğu üzere Almanya coğrafyası dört ana bölüme ayrılır; Suap, Bavyera, Frankonya, Saksonya. İşte bunlardan biri olan, 1946 tarihli Bavyera Anayasası dünyada hukuk devleti terimini ilk defa kullanmış olan Anayasadır(md.3).Siyaset bilimine ilişkin yazılarda, “hukuk devleti” kavramına ilk kez XVIII.yüzyılın sonunda rastlarız. Ancak, “hukuk devleti” terimi yeni olsa bile bu yönde Eski Çağ Döneminde de bazı talep ve düşünceler ileri sürülmüş ve kısmen de gerçekleşebilmiştir. Aslında “adalet” insanlar arası ilişkilerde uygulanması gereken ilk kıstas olarak Allah’ın emri olduğu düşünülürse, hukukun üstünlüğü ilkesi Adem Peygamberden bu yana hep var demektir. Zira hukukun nihai gayesi adaleti gerçekleştirmektir. Toplum yapısının ve dolayısı ile devlet örgütünün gitgide karmaşıklaşması “adalet” ve dolayısıyla “hukukun üstünlüğü” kavramının ilk peygamberler ve ilahi dinler ile birlikte başlamış olması gerçeğini değiştirmez. Ancak kavramsal kimlik olarak günümüzde gelişerek hukukun üstünlüğü/hukuk devleti biçiminde isimlenmiştir.
   Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “hukuk devleti” olduğu 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde açıkça belirtilmiştir. 2. maddeye göre “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Anayasa hükmünden de anlaşılacağı üzere 1982 Anayasası kavram olarak “hukuk devleti” kavramına içeriğinde yer vermiştir ancak Anayasa “hukuk devleti” kavramını açıklamamış hatta gereklerinin neler olduğuna dahi değinmemiştir.
   Türk Anayasa Yargısı yukarda belirttiğimiz kararında hukuk devleti olmaklığın üç ana unsuruna yer vermektedir:
•insan haklarına  saygı
•Kişi haklarının güvence altına alınması,
• Devletin bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa’ya uygun davranması.

Mahkeme kararında şöyle devam etmektedir:
“... hukuk devletinin temel unsuru, bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır...Hukuk devletinde yasa koyucu organ da dahil olmak üzere, devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak egemenliğe sahip olması, yasa koyucunun faaliyetlerinde kendisini her zaman olması, yasa koyucunun faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasaya ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması gerekir.”

      HUKUK DEVLETİ OLMANIN İLKELERİ:
Yukarıdaki bilgiler ışığında bir hukuk devletinden söz edilmesi için gerekli olan ilkeler ise en kısa biçimiyle şöyle sıralana bilir;
  1. Her şeyden evvel yazılı ya da yazısız bir anayasanın bulunması,
  2. Kanunların anayasal denetiminin olması, yani kanunların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi, bu anlamda bir anayasa yargısı ya da benzer bir AKİL ADAMLAR denetiminin mevcut olması,
Burada kanunların anayasaya aykırı olmayacaklarını belirtme yeterli değildir. Bunun yanında, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlayacak bir denetim mekanizmasının da kurulması gerekir.1961 ve 1982 Anayasa’larında, bu görev Anayasa Mahkemesine verilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bu alandaki yetkisine, 1961 Anayasasına göre, 1982 Anayasası ile, hem başvuranlar açısından, hem de içerik açısından bazı kısıtlamalar getirilmiştir.
  1. Kuvvetler ayrılığının bir hukuk devletinde mutlaka bulunması gerekir.
Kuvvetler Ayrılığı:Yasama, yürütme ve yargı makamlarının görev ve yetkileri Anayasada duraksamaya yer vermeyecek şekilde düzenlenmiştir.Bu üç gücün birbirinden ayrılış tarzlarına göre devlet sistemleri belirlendiği hatırlanırsa kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemi daha açık bir şekilde ortaya koyabilme imkanı doğmaktadır.Kuvvetler ayrılığı ile devleti oluşturan üç gücün birbirinin alanına müdahale etme niteliği belirlenmektedir.Eğer bu müdahale tamamıyla imkansız ise yani yasama, yürütme ve yargı organı çok katı çizgilerle birbirinden ayrılmışsa bu takdirde tipik bir “başkanlık sistemi” niteliği ortaya çıkmaktadır; yada Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılış tarzları daha esnek ise bu halde de “parlementer sistem”den bahsetmek gerekecektir .Bu kadar öneme sahip olan bir kavramın “hukuk devleti” ilkesini gerçekleştirmek amacıyla yüklendiği ödevde hiç kuşkusuz çok büyük öneme sahiptir.
  1. Temel Hak ve Özgürlüklerin Güvence Altına Alınması:
Hukuk devleti ilkesi beraberinde temek hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması zorunluluğuun getirmektedir.Temel hak ve özgürlüklrin güvence altına alınması için başvurulan birinci yol, kişi temel hak ve özgürlüklerinin kolayca değiştirilemeyen metinlerde yani anayasalarda sayılması ve düzenlenmesidir.ikinci olarak ise temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlandırılabilir olması gerektiğidir .
    5- Yürütmenin (idarenin) Tüm Eylem ve İşlemlerinin Yargı Denetimine Tabi Olması:
Hukuk devletinden akla ilk olarak yürütmenin hukuka bağlı olması ve yine yürütme organının karının yargı denetimine açılması gelmektedir.Bunun nedeni de tarihsel süreçte gizlidir.Çünkü hukuk devleti ilkesinin mücadelesinin yapıldığı dönemlerde yürütme organı kraldan ve onun atadığı bakanlardan oluştuğu için kişi haklarına yapılacak tecavüzlerin ancak yürütme organından gelebileceği kabul ediliyor ve dolayısıyla da öncelikle yürütme organının yaptığı işlemlerin yargı denetimine açık olması gerektiği fikri gelişiyordu.Kişi haklarının, milli iradeden doğan yasama organına karşıda güvence altına alınmasını sağlayacak olan bir mekanizmanın olması gerektiği düşünülemiyordu.Bu bağlamda da yasama organının yargısal denetim fikri çok sonraları ortaya çıkmıştır .1982 Anayasası da hukuk devleti ilkesinin gereği olan yürütmenin işlemlerinin yargısal denetiminin gerekliliğini 125.maddesinde “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” hükmü ile kabul etmiştir. Bunun anlamı şudur; idare yasal yollardan bir işlem yapsa dahi, ilgilisi yani vatandaş bunun kendine bir zarar verdiği düşüncesinde ise buna karşı yasal yollara baş vuracaktır. Yoksa idarenin yada bir ajanının yasal olmayan/keyfi-kendi isteğince- bir davranışı ile vatandaşa/kişiye bir zarar verilmişse idari sorumluluk dışında bu eylem aynıca duruma göre bir suç teşkil edecektir. Bu suça o kamu görevlisinin dışında başka kamu kurumu ya da kamu görevlileri de katılmış ise bunlarında bu suça iştiraki var demektir.
     6
- Kanunların Genelliği ve Kanun Önünde Eşitlik:
     Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik, hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder.
     Benzer nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların genelliği” ilkesi adı verilir. Bir başka deyişle bir kanunun uygulama alanı içerisinde kalan herkese uygulanabilmesine denir. Kanunların genel olması hukuk devletinin de gereğidir.Eşitlik ise kanunların genelliğinin teminatıdır.Anayasanın 10. maddesine göre ;”Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”Hukuk devleti hukukun üstünlüğü” temeli üzerine kurulmuştur. Bu nedenle her türlü ayrıcalığı reddeder. Bu tür ayrımcılık 5237 sayıl yasanın genel hükümlerinde yar alan 3/2 maddesi ve 122 maddesi  ile de cezasal yaptırıma bağlanmıştır.
      7-Bağımsız Yargı:
     İdarenin yargısal denetiminin etkili bir biçimde yapılabilmesi için, mahkemelerin bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin tam anlamıyla sağlanmış olması gerekir”. Aksi halde yukarıda bahsedilen ilkenin de bir anlamı kalmaz.Çünkü Yürütmeyi yargısal açıdan denetleyecek olan yargıçların yürütmeden korkması başka bir deyişle yürütme karşısında korumasız kalması halinde yürütmenin de objektif bir şekilde yargılanması mümkün olmayacaktır.” Yargı denetimini yerine getiren mahkemelerin ve hakimlerin bağımsız olmaları hukuk devletinde esastır.Çünkü bu devlette, kişi hak ve hürriyetlerinin en büyük teminatı bağımsız yargı organlarıdır.
     Sağlıklı bir yargı denetimi için de iki hususun gerçekleşmesi şarttır.
     a. Yargı bağımsızlığı: Yargının bağımsız olması demek, başta yasama erki ve yürütme organı olmak üzere; denetim yapar, karar verirken hiç bir kişi veya kurumun baskı ve etkisi altında kalmadan bağımsız davranabilmesidir. 1982 Anayasası, yargı bağımsızlığını sağlamak üzere, hakimlerin atama ve özlük hakları üzerinde söz sahibi bağımsız bir kurul (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) oluşturmayı öngörmüş (m.159); ancak Adalet Bakanı ile Müsteşarının bu kurula tabii üye yapılması bağımsızlığını zedelediği görüşüyle eleştirilmektedir. Ancak bizde yargı, siyasal güçlerden çok ekonomik çıkar gruplarının ve medyanın baskısı altındadır. Bunun önüne geçilmesi gerekir.
     b. Tabii hakim güvencesi: Bir kimsenin herhangi bir suçu işlemesi durumunda, yargılanacağı mahkemenin önceden belirlenmiş ve biliniyor olması ve her bir suç veya olay için sonradan mahkeme (ya da hakim) belirleme yoluna gidilmemesidir. Anayasanın 37. maddesine göre, "hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz" ve bu sonucu doğuran olağanüstü yargı mercileri kurulamaz. Tabii hakim güvencesi adı verilen bu kurum, hukuk güvenliği bakımından oldukça önemlidir. Hukuk devletinin varlığı için, haklara saygı ve hukuka bağlılık bilincinin toplumsal bünyemizde yerleşmesi ve kökleşmesi gerekir.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 10. CUMHURBAŞKANI, SAYIN SEZER’İN 2000 YILI KONUŞMASINDA HUKUK DEVLETİ OLMAK:
Hukuk devletini ve hukukun üstünlüğü ilkesini gerçekleştirmenin en önemli öğelerinden biri yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığını tam olarak sağlayamayan anayasa demokratik hukuk devleti ilkesini yaşama geçirmeyi başaramaz. Kimse hukukun üstünde değildir; hukukun üstünlüğü herkesi bağlar.
İnsan hakları ve özgürlükleri, demokratik toplum düzeni içinde insan olmanın, insanca yaşayabilmenin vazgeçilmez koşuludur.
Anayasal düzenlemeler, insan hak ve özgürlüklerinin elde edilmesi ya da genişletilmesi için devlet gücünü kullananlara karşı ve bunların yetkilerini sınırlamak amacıyla yapılır. Özgürlükçü demokrasilerin en önemli ilkesi, insanın devlet için değil, devletin insan için varolduğu anlayışıdır. Toplumda her şey insan hak ve özgürlüklerini sağlamaya, bunları korumaya ve geliştirmeye yönelik olmalıdır.
Anayasalarda insan hak ve özgürlüklerine verilen yer, ulusların kültür ve uygarlık alanında ulaştıkları düzeyin göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Genelde "temel hak ve özgürlükler" olarak belirtilen insan hakları kavramı, ulusal sınırları aşmış, ulusal sorun olmaktan çıkmış, uygar toplumların olmazsa olmaz koşulu durumuna gelmiştir. Bu nedenle, pek çok uluslararası belgede insan hak ve özgürlükleri önemli bir yer oluşturmaktadır.
Demokratik hukuk devleti, çağdaş insan hak ve özgürlüklerini korumak ve yaşama geçirmekle yükümlüdür. İnsan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti de, insan hak ve özgürlüklerini evrensel standartlara uydurmalı, geliştirmeli ve korumalıdır. Bunun için, uluslararası sözleşmeler karşısında Anayasa yeniden gözden geçirilerek, sözleşmelerde öngörülen evrensel standartlar hukukumuza kazandırılmalıdır. 
İşte böylece vurgulanıyor ve uzayıp gidiyor. Burada yapmaya çalıştığımız hukuk devleti olmak anlatısı ile mevzuatsal düzenleme ve görüşler aşağıda açmaya çalışacağımız derin devlet oluşumlarını, bu hukuk devletinin neresine koyacağımız/koyabileceğimiz irdelemesi açısından önemlidir.
      Hukuk devletinde yasadan doğmayan yetki üretilemez ve kullanılamaz.
     Kimse yasal dayanağı olmadan bir yetki kullanamaz. Yasa tarafından kendine verilmeyen hiçbir erk ve hiçbir işlemi kimse ifa edemez; hangi yüksek kamu görevinde olursa olusun.  Bu tür davranışlar yasa dışıdır. Yasa dışı davranım ve oluşumlar ise asla yasal olmayacaktır.

http://ayrak.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000002908705
2-&
      DERİNLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ:
      Tarih, devletlerin çöküşü  açısından milletler mezarlığıdır. Bin yıllık Roma imparatorluğu her şeyin kaynağı olduğu gibi, derin devlet oluşumunun da kaynağıdır. Yukarda örneğini verdiğimiz Filozof Socrates’e yapılan komplo yer yüzü tarihinin kaydettiği ilk derin  devlet hareketidir. Ama burada derinlik göstere göstere yapılmıştır. İlerleyen yüz yıllar içerisinde derin devletçilik evrimini tamamlayıp karanlığa bir gize gömülecektir. Yönetmek güncü elinde tutanların farklıyı yok etme, öteki oluşumuna tahammül edememe  sürecinin ilk noktasınıdır, Socrates cinayeti.
      Arkasından sarayda kral değiştirme ve farklı sülaleleri iş başına getirme eğilimi ile de Bizans sarayına yansıyacak; derin devlet, burada çağdaş kimliğine uygun davranarak yüksek seciye kazanacaktır. Sokakta adam öldürmek/öldürtmekten öte sarayda kral değiştirmeye yönelecektir ki; bilinen adıyla günümüze kadar ulaşacak “Bizans Oyunu” olarak ün salacaktır.
      Bizim tarihimizdeki derin devlet oluşumları ise toprak olarak aynı coğrafyayı kullanmamızdan sonraya rastlayacaktır. Osman oğullarının beylikten Devlet-i Alî Osman’a dönüşmesi için atılan ilk adımda derinliğin tohumu da filizlenecektir. Miladî takvimler 1453’ü gösterirken Sultan Murat oğlu Mehmet Bizans’ı kuşatıyordu. Entrikaların başkentini, derinliğin merkezini İstanbul’u. Etrafında ve eşrafında hepimizin tek kefeli tareziyle tarttığı, yanlış, eğri, öteki gözü eklemediğimiz  Molla Güraniler, Ak Şemsettinler vardı; hepimizin bildiği gibi. Vardı da işte bizim tarihimize derin devlet oyunlarını da bunlar ile vüzera takımı oluşturuyordu. Osmanlı padişahı’na karşı vüzera ile ulema bir takım oyunlar peşindeydi. Bu oyunlarını sergilerken meşru olarak işgal ettikleri mevkilerini ve meşru olarak kullanmak zorunda oldukları yetkilerini gerçekte kendi gelecekteki menfaatlerine, görünüşte de insanlar/insanlığa karşı, kumandan ve askerlerine karşı meşhuuur “Devletin Alî Menfaati” için yapıyorlardı; yaptıklarını her fırsatta ileri sürüyorlardı.
      İşte bu işgal ettikleri meşru devlet makamlarını, kendilerine veren padişah iradesine karşın, kendi geleceklerini daha bir garanti altına almak için, “Devletin Alî Menfaati” öne sürümü ile vüzera ve ulema ikiye bölünüp derin çekişmeye girmişler ve bu amaca yönelik olarak ise zafere yaklaşmış padişaha, Bizans kuşatmasının zafere ermeyeceği, derhal kuşatmanın kaldırılması gereğini empoze etmeye hararetli ve iddialı bir biçimde zerk ediyorlardı. İşte bu dayatmacı yöneticiler birlikteliği Derin Devlet oluşumunun Osmalıdaki ilk basamağıdır. Bizdeki derin devlete bir başlangıç bulmak gerekirse çekirdeği bu olaydır.
Bizans saray tarihçilerinin tuttuğu günlüklerle, tarih kitaplarımızda yazıldığı üzere©; “…Kuşatmanın 31. günü ve 37. gününde ayrı ayrı Bizans Surları’na iki büyük taarruz daha yaptıysa da; ikisi de başarısızlıkla neticelendi.
      Haliç limanında bekleyen 72 parçalık Türk Donanması bir resim gibi duruyordu. Gerçekte Zincire sıralanmış bekleyen Bizamns Donanması çaresizdi. Bizans’ın müttefik donanması çaresizdi. İyi bir koordinasyonla, Haliçteki ve Beşiktaş Koyu’ndaki donanma aynı anda taarruza geçseler Bizans Donanması’nı beklide yok edebilirlerdi.
      Fatih’in 6 mayıs 1453 ve 12 Mayıs 1453 tarihindeki taarruzlarında da  donanmanın yatması ve savaşlara katılmamasının  de yine sebepleri olmalıydı.
      Belki Fatih Baltaoğlu’nu(Donanma Komutanı) azletmesinin cezasını çekiyordu… Türk Ordsu7ndaki strateji ve koordinasyon eksikliği kuşatma süresince görülmektedir…
      Şehitlerin hesabının sorulmadığı bu dönemlerdeki iki menfaat düzenin işlediği de maalesef görülmektedir… Zağanos Paşa takımı: (Hadım Şahabeddin Paşa, Tuğrahan Paşa, Molla Gürani, Akşemseddin. Bu guruptan (Molla Güranî ve Akşemsettin) idealistti.
      Bu iki muhterem insan dışında Zağanos Paşa ve Şahabeddn Paşa  zafer sonrası menfaatlerin hesaplarını yapmaktaydılar.
      Dönme Zağanos, rakibi olan ve sadrazamlık yoluna oturmuş orayı tıkamış olan Halil Paşa’yı mutlaka oradan kaldırmak istiyordu…
      Olaylar Halil Paşa’yı haksız çıkarmışsa da; Halil’in “kuşatmayı kaldırmak için ileri sürdüğü sebepler, o gün için, gerçekleri yansıtıyordu.
      Zağanos ise afaki konuşuyor, kuşatmanın devamı için hakiki sebepler gösteremiyordu. Fakat kafasına “illede İstanbul’u alacağım” fikrini koyan Fatih hiç değilse kendine bir yardımcı buluyordu. Zaferden sonra görülecektir ki; Halil Paşa, fazla devletçi olduğundan feth’in ertesi günü tevkif edilerek, 40 gün sonra asılmış, Zağanos Paşa ile Şahabeddin Paşalar “gözde” olmuşlardır.”
Görülüyorki henüz entrikaları ile ünlü Bizansın surları eşiğinde dönme ama Paşa olan Zağanos Paşa ekibi ile, Çandarlı Halil Paşa arasında -ki bunlar kara orduların komutanıdırlar- ve yeniçeri arasında bunlara bağlılık Fatih’e olan bağlılıktan daha fazladır. Bunlar istemezler ise asker savaşmaya bile gitmeyecektir. Gerçekte devlet yetkisi kullanan “Paşa” olan bu adamlar bu yetkilerini karanlık toplantılarında bir birlerinin önünü kesmeceler için kullanmak ve bu gelecekteki sadaret beklentilerinde kendi tezlerinin haklılığını İstanbul’u alamamak pahasına sultana zerk etmeye çalışmaktalar. İşte bu noktada sultana, askere/yeniçeriye ve avama/halka rağmen bir karanlığa çekilme ve derin karanlıktaki şahsi çıkarlarını ise yine sultana, askere, halka dayatma eğilimlerinin tümü “D e r i n D e v l e t” olgusunun ta kendisini oluşturur.
      Görülüyor ki burada şu üç ana unsur Derin Devlet olgusunun beliriş nitelikleridir:
  1. Devletin/toplumun yapısında yasal/meşru  sivil/asker bürokrasinin üst düzeyindeki insanlar olacak,
  2. Bu insanlar yasal/meşru yetkilerinin sağladığı ayrıcalık/üstünlükten istifade ederek yasal/meşru mevzuatın izin vermediği/yazmadığı ama kendilerinin “…Devletin Alî Menfaati için gerekli…” dediği, aslında yine kendilerinin gelecekteki çıkarları için gerekli, bir araya gelerek yasal/mevzuatsal olmayanı, varmış gibi karanlıkta, bir “giz” içerisinde hazırlamış olacaklar.


  1. Aslında meşru/yasal-mevzuatsal olmayan bu “giz” içinde aldıkları kararlarını yöneticilere, kişilere kurumlara ve her şeye karşı dayatıyor, bu dayatmaların ise meşru olduğunu savunuyor olacaklar.



   Görülüyor ki tarihi süreç içerisinde “Derinlik” anlayışı ilk çağların karanlığından orta çağın sonu olan Bizans’ın yıkılışına kadar çok yol almış, metot aynı olmak kaydıyla günümüze gelindiğinde de kabuk değiştirerek, sayılan ilkelere sadık kalmak suretiyle süregelmiştir.
YAKIN TARİHTE DERİN DEVLET OLUŞUMLARI:
     Osmanlı’nın çöküşü başladığında Fransız İhtilali’nin zafer sarhoşluğu içinde Nasyonalizm akımı Devlet-i Alî’nin mozayiğinde yer alan milli devletlerin doğumuna gebeydi. Milliyetçilik batıyı bağımsızlık büyüsüyle kasıp kavururken Osmanlı Avrupa’da yer alan topraklarını kaybediyordu. İhtilalin büyüsü Osmanlı’nın aslî unsuru  Türkler’ide cezbetmeye başlamıştı. Bu etkinin ilk meyvesi Jön Türkler olarak uç vermişti.
      Jön Türklerden İttihat ve Terakkiye Giden Yol:
     Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan kesiminde bulunan milletleri, istiklalleri uğruna sık sık ayaklanıyorlardı. Memleketin kurtuluşunu meşruti idarede gören bazı gençler, birleşerek Avrupalıların "Jön Türkler" veya "Genç Osmanlılar" dedikleri, Yeni Osmanlılar Cemiyetini 1866'da kurdular©. Bu cemiyetin kurulduğu ortaya çıkınca Mehmed Bey, Nuri Bey ve Reşat Bey Avrupa'ya kaçtılar. Daha sonra, Prens Sabahattin'in daveti üzerine Ziya Paşa, Ali Suavi ve Namık Kemal de Avrupa’ya gittiler ve orada gazete, broşür çıkartarak Osmanlı İdaresi'nin kötü yönetimi hakkında yayına başladılar. Jön Türkler bir süre sonra yurda döndüler ve birer göreve tayin edildiler. Bu gençler rejimi yıkamamışlarsa da, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Hürriyet ve Meşrutiyet fikirlerinin kökleşmesinde büyük rol oynadılar.
      Burada Jön Türk akımı içinde yer alanların nedense tümünün Avrupa’ya kaçma arzusu ile dolu olmalarına dikkat çekmek gerekir.
II. Abdülhamid'in kurduğu askeri nitelikteki okullardan mezun olan ve Jön Türk akımından etkilenen genç subayların çoğunluğu da II. Abdulhamid yönetimine karşıydılar. Gittikleri yerlerde dernekler kuruyor, mücadelelerini gizlice yürütüyorlardı. Bu mücadeleyi yürüten gençler, tüm gizli dernekleri Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adı altında birleştirdiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan bu cemiyet, Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına kadar yönetimde söz sahibi oldu.
     "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti", 1889 yılının Mayıs ayında, İstanbul Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencilerinden Arnavut İbrahim Temo Bey tarafından kurulmuştur. Bu cemiyetin amacı, Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için, çökmesine neden olan II. Abdülhamid'in istibdadını kaldırmak idi.
     Gizli bir örgüt olarak İstanbul'da kuruldu. Yapılan ilk toplantıda cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî seçildi. Yürüttüğü çalışmalarla 1908'de II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynadı. 23 Ocak 1913'de tarihe Babıâli Baskını olarak geçen askeri darbeyle iktidarı fiilen ele geçirdi. Yönetim I. Dünya Savaşı sonuna kadar Enver, Talat ve Cemal Paşa'nın eline geçti. 1918'de kendisini fesheden İttihad ve Terakki'nin önde gelen yöneticileri yurtdışına kaçtı. Partinin yerel kadroları ise Türk Kurtuluş Savaşı'na katıldı©.
İttihad ve Terakki Fırkası, Türkiye’de kurulan ilk siyâsî parti oldu.
Teşkilât-ı Mahsusa
     1913 yılında Sultan Mehmet Reşat'ın yayımlanmayan ve resmi olmayan bir fermanıyla Savaş Bakanlığı (eski adıyla Harbiye Nezareti) bünyesinde İttihat ve Terakki tarafından kurulan Osmanlı Devleti'nin ilk gizli haber alma örgütüne verilen addır. Örgütün ilk daire başkanı Süleyman Askeri Bey, ikinci başkanı Ali Başhampa, son başkanı Hüsamettin Ertürk'tür.
 Misyonu Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele etmek idi.
     Kurulma amacı Osmanlı Devleti'nde dağılma döneminde ortadoğu üzerinde odaklanan yabancı haber alma faaliyetlerinin izlenebilmesi için bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen haber alma çalışmalarının bir merkezden organize biçimde yürütülmesine duyulan ihtiyaçtır. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır.
     Örgütün kurumsallaşması Balkan Savaşı'ndan sonra ivme kazanmıştır. Örgüt çoğunlukla iktidarı devirmeyi planlayan ve düşmanla işbirliği içerisinde olan güçleri bastırmakta kullanılmıştır. Örgütün, resmi kuruluş tarihi 1913 yılı olsa da, Enver Paşa komutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir©. Enver Paşa savaş bakanı (Harbiye Nazırı) olmasından kısa bir süre sonra Teşkilât-ı Mahsusa'yı resmi statüsüne kavuşturmuş, dönemin yetenekli subaylarını örgüte üye yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu subaylar Kafkasya, Mısır ve Mezopotamya'daki özel askeri operasyonlarda kullanılmışlardır. 1915 yılındaki Süveyş Kanalı operasyonu buna bir örnektir. Bu operasyonda özel birlikler Osmanlı ordusunun ileri uçlarındaki vahaları ele geçirip tampon bölge oluşturmuşlardır. Birinci Dünya savaşında Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen ve Kuzey Afrika'daki özel operasyonları örgütün efsanevi ismi Kuşçubaşı Eşref Bey (Eşref Sencer Kuşçubaşı) idare etmiştir©.
      Görülüyor ki Teşkilat-ı Mahsusa meşrutiyet idaresine rağmen, meşru/yasal bir dönem olmasına karşın, yayımlanmayan ve resmi olmayan bir fermanla bir gizli örgütün devlet içinde kurulduğu ve bu yetmiyormuş gibi yasa dışı olarak, Enver Paşa komutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu   belirtilmektedir. Padişah fermanı meşruti monarşi içinde resmi/yasal-mevzuatsal bir buyruktur. Ancak gizli oluşumun başlangıcını 1903’e taşımak, görüleceği gibi hukuk dışı/buyruk dışı bir “Derin Yapılanma”dır.
      Böyle bir cemiyete ihtiyaç duyulmasının nedeni, Osmanlı Devleti’ne karşı istihbarat çalışmalarının çok artmış olması, doğuda ve Rusya’daki gayri müslimlerin ayaklanmalara teşvik edilmesidir. Amacı Osmanlı Devleti'nin siyasi birliğinin korunmasını sağlamak, ayrılıkçı hareketleri önlemek, Osmanlı sınırları dışında yaşayan Müslüman ve Türkleri örgütlemek ve yabancı devletlerin Orta Doğu'daki istihbarat ve gerilla faaliyetlerine karşı koymaktır. İlk lideri Süleyman Askeri, ilk çalışma alanı ise Batı Trakya’dır. Teşkilat, direkt olarak Osmanlı Harbiye Nezareti'ne bağlıdır.
     Ajanlar yerli halk arasında örgütlenmeye ve buralarda özellikle İngiliz ve Ruslara karşı halkı harekete geçirmeye çalışmışlardır. Teşkilatın kadrosu, ajanlık için gerekli bilgi ve tecrübeden yoksun olmasından, ve onlara bu bilgileri verebilecek yetkili olmamasından dolayı, teşkilat üyeleri, istihbarat çalışmalarından çok çatışmalarda bulunmuşlardır. Kadronun savaşçı kimselerden oluşması dolayısı ile teşkilat tamamen gizli bir istihbarat teşkilatı olamamıştır.
     Abdülhamid’in kurdurduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı’ndan farklı olarak Teşkilat-ı Mahsusa, çarpışmaya hazır bir kadrodan kurulmuştur, yurtdışı kadrosu vardır ve padişah için çalışmazlar. Öyle ki, teşkilattan bazı üst düzey yöneticilerin haberi bile yoktur. Teşkilat başkanı sadece harbiye nazırına ve sadrazama rapor verir.
     Bab-ı Ali Baskını
     1912'de başlayan Balkan Savaşları'na 4000 cezaevi mahkumundan oluşan gerilla ordusu katıldı. Bu ordu ile beklenenin üzerinde yarar sağladılar. Ancak Osmanlı ordusu savaşta yenilince hükümet, Edirne ve Çatalca'yı Bulgarlara bırakarak barış yapmak istedi. O dönemde muhalefette olan İttihat ve Terakki Fırkası ve dolayısıyla da cemiyet buna şiddetle karşı çıktı. Bu sebeple de cemiyet, tarihe Bab-ı Ali baskını olarak geçen bir darbe gerçekleştirdi. Yakub Cemil, Bab-ı Ali binasına ilk giren baskıncılar arasındaydı. Baskın esnasında karşılarına çıkan Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa'yı "bu herife laf anlatılırmı" deyip şakağından vurmuştur. Bu olayın etkisiyle kısa bir süre sonra, yüzbaşı rütbesinde iken ordudan atıldı. Yine de aynı yıl Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti'nin kurulmasıyla sonuçlanan muharebe döneminde Enver Bey'in emrinde orduda gönüllü olarak yer aldı©.
     # Padişahın gizili fermanıyla bir örgüt kuracaksınız.
     # Bu örgütün amacı; Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele iken,
     # Örgüt üyeleri devletin maaşlı çalışanları olacak,
     # Padişaha/mevcut meşru iktidara, sadrazama karşı, maaş ve memuriyetten hiç ayrılmadan karşı darbe için kurulan hücrede yer alacaksınız,
     # Bu meşru iktidarın kötü yönetiyor/hiç yönetemiyor olduğuna inanacak/inandırılacaksınız,
     # O günün meşru iktidarını, aynı iktidarın maaşlı memuru/bürokratı olduğunuz halde ve onların verdiği silah ve mühimmatla alnından vuracaksınız,
     # Bir insanı bir devlet görevlisini bir harbiye nazırını/savunma bakanını öldürmenin tek yaptırımı görevden kısa bir müddet uzaklaşma olacak ve taltifen rütbe atlayarak yeniden aynı oluşum içinde yer alacaksınız.
     Bunlara karşı iktidar da padişahta, sadrazam da yargıda yürütme de hiçbir şey yapamayacak yapılanın meşru olduğunu kanıksayacak. İşte bu anlayış ve itaatkarlık mantalitesi derin devletin meşrulaştırılması/meşrulaşması teorisinin hayata geçmesinden başka bir şey değildir.
     ÇAĞDAŞ TÜRKİYE’DE DERİN DEVLET:
     Üçüncü bin yılı yakalamış, çağları geride bırakmış bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu binyılda artık bir çok merhaleyi aştığımızı, demokrasinin erdeminden yararlanmayı kanıksadığımızı, hukuk devletini özümseyip içimize sindirdiğimizi var sayıyoruz.
     Bu gün artık 1982 de yapılmış bir anaya yürürlüktedir. Devletin temel kuruluşunu, bu kuruluşların temel işleyişini ve devletin ülkesi üzerinde yaşayan kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almış, tanımlamış/tanımış bir anayasa vardır. Bu ana yasaya göre çıkarılmış çağdaş demokrasinin gereği olan tüm çağdaş yasalar çıkarılmış yürürlüğe konmuştur. Hukuk devletlerinin en hukuk devleti olmak iddiamız tamdır.
     Kurumlar yeri yerindedir. Yasalarla tanımlanmıştır. Herkes yasalarla bağlıdır. Yasaların uygulanması genel eşit ve mutlaktır.
     Elbetteki hukuk devleti olan bir yapılanmada anayasa olacak. Yasal yol ve usullerde gelmiş bir iktidar olacak. Yasasında belirtildiği biçim ve seçim usulüyle oluşmuş meşru bir parlamento olacak. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla teşkilatlanmış mekanik bir sistem gibi işleyen bürokratik bir sistem mutlaka bulunacak. Ama bunların hepsi yasalarla önceden kişilik dışı ve hukuk kurallarınca işlerlik kazanacağına dair belirlenmiş olacak.
     Kimse kaynağını anayasadan ve yasalardan almayan bir yetki üretemeyecek ve kullanamayacak. Hukuk herkesi bağlayacak. Hiçbir kişi ya da kurum yasanın vermediği “kerameti kendinden menkul” yetkiler gasp edemeyecek ve keyiflerini hukuk diye dayatamayacaktır.
     Anayasal meşruiyet çerçevesinde elbette bir ülkenin, istihbarat teşkilatı olacaktır. Olmaması eksikliktir. Ancak yasal çerçevesi buna ait yasa ile açık, net ve normal, orta zekalı bir vatandaşın okuyunca anlayacağı, berrak bir Türkçe ile yazılmış olacaktır. Açıklık ilkesi gereğince yasa ve mevzuatı herkes bilecektir. Özellikle de bu yasa çerçevesinde “görev” yapanlar bilecektir.
     Aynı biçimde bir ülkede hukuk devleti içerisinde polisi, askeri, jandarması, Sahil Güvenlik birimi, gümrük koruma teşkilatı olacaktır; bir devletin varlığını sürdürmesi için bunlar zaten gereklidir. Bunun mutlak mecburi şartı her bir birim ve kurumun yasa ile kurulmuş olması, bu yasaları da kişilerin ve aynı zamanda, mecburen bu kurumların, bu kurumları yöneten, sevk ve idare eden üst düzey bürokratların ve “bürokratik virüslerin” tümünün bilmesi gereklidir.
      Kimileri “Derin Devleti” tanımlarken şöyle bir iddia ileri sürüyor ve “…Derin devlet, devletin üst kademesinin; Cumhurbaşkanı, MGK, TSK Komuta kademesi, MİT, Başbakanlık gibi devletin milli siyaset belgesini hazırlayan ve bunun uygulanması için gerekli tedbirlerin almasını sağlayan kurumların oluşturduğu; yasalarda yeri olmayan ancak teamül denilen alışagelinmiş kurallar çerçevesinde Devletin bekaası, milli birlik ve beraberliğin bütünlüğü için çalışmaların tümünün organize edilmesi tüm bu kurumların mutabakatı ve anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez kuralları dahilinde yapılır ki yapıcı şema bütününe, literatürde derin devlet denir….”   Diyorsa da böyle bir tanım kabul edilemez. Çünkü zaten sayılan tüm kurumlar ve kamu tüzel kişileri yasal kuruluşlardır. Bu kuruluşların her birinin yasası vardır. Anayasal bağlamda alt norm olan ve anayasaya uygun bulunan yasalarla bu birimler, kişiler, kurumlar vardır. Bunların varlığını kuruluşlarını işleyiş ve teşkilatlanmalarını, bu birimlerin bir birleriyle zaten ilişki ve irtibatlarını yasalar düzenlemiştir. Bunların bir araya gelişleri, birlikte toplanmaları karar almaları yasal, doğal ve devlet devamlığı içinde olması gerekendir. İşte bu aşamaya gelirken asıl derin yapılanma, yukarda sayılanların olmamasında gizlidir.
      Belirttiğimiz gibi her biri kendi yasasıyla kurulan kamusal kurum kuruluş kişi ve kimseler, yasalarda yazmayan yetkiler kullanmaya ve yine yasalarda yazmayan biçimde toplanmaya ve yasalarda yazmayan kararlar almaya başlayıp bunu da önceki paragraflarda belirttiğimiz gibi, iktidarlara, yönetenlere yönetilenlere, insanlara kurumlara dalatıyorlarsa; bu yasa dışı ve dayatmacı oluşum; eşittir: DERİN DEVLET’i oluşturacaktır. Derin devlet budur. Kurumların yerli yerine oturtulamamasından doğan devlet tanımsızlığıdır. Yoksa devletin yasal meşru kurumlarının global kurumsallaşması değildir.
      Devlet kavramının ne anlama geldiğini bilmek, devletin tanımlamasını yapabilmek için, öncelikle kurumların yerli yerine oturtulması lazımdır.  Kurumları yerli yerine oturtamazsanız, asla bir demokratik hukuk devleti tanımlaması yapamazsınız. Yani herkes hukuk devleti içinde sıralanacak, hiyerarşik yerini bilecek, herkes hukuksal kurum olacak ve yine herkes hukuksal haddini bilektir. Bu haddin bilinmemesi, aşılması ya da hukuk dışı yetkiler kullanılması durumunda bir yasa dışı davranış söz konusu olacaktır ki; bu durum yine hukuk devleti içinde ceza yaptırımı ile karşılanmış bir takım suçları oluşturacaktır.
      Türkiye'de derin devletin kökeni Teşkilat-ı Mahsusa'ya dayanır. Teşkilat-ı Mahsusa Gayrı nizami Harp için kullanılır. Türkiye Cumhuriyeti'ni, Kurtuluş Savaşı ile kuranlar bu yapının içinden gelen sivil ve asker kişiler olup sayıları 30.000 kadardır.
     Derin devlet bir tür yasa dışılıktır.
     Hukuk devleti ile bağdaştırılamaz. Ancak derin yapılanma içinde olanlar işledikleri eylemleri suç teşkil edeceğinden yargılanmak cezalanmak bakımından hukuk devleti ile ilinti kurabilirler.
     Harbiye Nazırını(savunma bakanını) tek kurşunla alnından vuran bir kişi hukuk önünde “adam öldürmek eyleminin sanığı”dır. Hatta bir bakanı görevinden dolayı görevi esnasında öldürmüş olmak dolayısıyla nitelikli adam öldürmekten sanıktır; böyle algılamak gerekir. Bunu yapan Yakup CEMİL’e verilecek tek ceza ordudan bir süre uzaklaştırmak olamaz. Bunu hiçbir çağda hiçbir devlette hiçbir hukuk ölçüsüne hiçbir adalet idesine, hiçbir hak ve nasafet anlayışına sığdıramazsınız. İşte bunu kabullenme bu tür yapılanmaya iktidarların, kişilerin teslimiyeti derin devleti yaratmaktadır. Sonra bu hukuk dışı hal “demokratik normal” olarak karşımıza  çıkarılmakta ve dayatılmaktadır.
     Oysa “hukuk devletinin” ilkeleri belli kanıtları bellidir. Bunun dışındaki oluşum ve davranımlar “hukuksuzluk özlemi” ve suçtur. Aynı biçimde hukuk devletinin suç ile suçlulara karşı nasıl davranacağı da yine hukuk kurallarıyla, önceden kişilik dışı olarak, genel ve eşit bir biçimde yapılmış yazılmış ve usulünce yayımlanmıştır.
3-&
      Gazeteci Yavuz DONAT dokuzuncu Cumhurbaşkanı Sayın DEMİREL’le görüşüyor©;
     DERİN DEVLET; DEMİREL’E GÖRE DEVLET BOŞLUĞUDUR;(coffule=koful)dur. Bu boşluğu, “…normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler... Öyle hissederler kendilerini... Oysa kimse onlara görev verme…”diği halde görevi kendilerince devralarak ve yine kendi usul ve yöntemlerince –ki tamamen hukuk dışı- görev alış  yada uygulayışla devlet yönetimini memleketi düze çıkardığını sanma gayreti içinde olan kişilerdir.]
     Buna göre derin devletin ortaya çıkışının iki tür ana koşulları bulunmaktadır. Bunlar;
  1. Derin Devletin Ön Koşulları
    2-Derin Devletin Mündemiç(üzerinde çakılı=buna kerameti kendinden menkullükte diyebiliriz) koşulları
Bakmak lazımdır ki acaba derin devletin ortaya çıkmasının ön koşulları nelerdir?
     Bunları da iki ana başlık altında düşünmek gereklidir. Böyle maddeleyip ayıraçlarla konuyu irdelediğimizde anlaşılması ve hafızalarda yer tutması sanırım daha bir kolay olacaktır.
      A-olayın Felsefi, Mevzuatsal koşullarının bulunması lazımdır; bir takım yasaların bulunması, bu yasalardan kaynaklanan yönetmeliklerin ve diğer uygun düzenlemelerin olması lazımdır.
     B-Fiziksel, idarecilerin doldurduğu organellerin bulunması, yani anlamı entelize etmeden anlatmak gerekirse işin daha türkçesi yasal yöneticilerinin bulunması; bakanının velisinin, hakim savcısının polis ve askerinin olması lazımdır.
     Derin Devletin mündemiç koşulları ise üç türlü kendini ortaya çıkarmaktadır.
     A-Normal zamanlarda belirli  yetkileri kullanma durumunda olmak,
     B-Devlet boşluğu anında kendini kurtarıcı zannetmek yada öyle hissetmek,
     C-ancak hiç kimse tarafından, özellikle ve öncelikle hiçbir yasa tarafından, makam mevki kişi tarafından böyle bir görev verilmemiş olmak.
      Bu tür kerameti kendinden menkul her davranış “hukuk devleti” ile asla bağdaşmaz/bağdaştırılamaz. Sırf nezaket uğruna bağdaştırmaya çalışmak ise, ne iktidarı elinde tutanların nede üstte olan üs lerin işi değildir. Bu tarz davranışlar hukukun tamamen dışındadır. İşlenen eylem Suçsa “suçtur”. Bir hukuk devletinde hiç kimsenin suç işleme bağışıklığı yoktur. Derinlik yanılsamasına düşen kim olursaolsun hukukun dışındadır ve suç işliyordur.



     Son Olarak…
     DEVLETTE ÇALIŞACAK YASALARI UYGULAYACAKSINIZ, DERİNDE ÇALIŞIP O YASAL MEŞRU ZEMİNİN DIŞINA TAŞACAK VE FAKAT YİNE O YASAL HUKUK ZEMİNİNİN BEKASI İÇİN ÇALIŞTIĞINIZI, ADAM ÖLDÜRDÜĞÜNÜZÜ KURUM VE KİŞİ DEVİRDİĞİNİZİ SÖYLEYECEKSİNİZ. HEM HUKUKU HEM HUKUKSUZLUĞU HUKUK ADINA YAPTIĞINIZI VARSAYACAKSINIZ; İŞTE DERİNLİK YANILSAMASININ HUKUK DEVLETİNDEKİ ÇİF YANLI BAĞLAMAZLIĞI BUDUR.  BU SUÇTUR; ÇETECİLİKTİR.. HUKUKU, HUKUK DEVLETİNİ, HUKUKSUZLUK ADINA YOK ETME GİRİŞİMİDİR. ADI SANI RUTBESİ, CÜPPESİ, KARİYERİ, BÜROKRATİK MEVKİSİ, HİPOKRATİK TERAKKİSİ, MEKTEBİ MERTEBESİ NE OLURSA OLSUN..! 
 
  Yazar: Cihan Ergün (Araştırmacı Hukukçu)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TMK m.724'e mesnetle malzeme sahibinin temliken tescil talebinin kabul edilebilmesi için

önalım bedelinin depo edilmesi yargıtay kararı

Bir Taraf Lehine Usuli Kazanılmış Hak Doğmadıkça Hakimin Verdiği Ara Karardan Rücu Edebileceği