Hukuk Devleti Olmaklığın Dayanılmaz Hafifliği ve Derinlik Yanılsamasının Çift Yanlı Bağlamazlığı
1-& Çağdaş yaşam koşulları
içerisinde ve felsefî/akademik yazın hayatında yönetimler demokrasiler
ile diğerleri olarak ayrıştırılırlar. Demokrasileri de hukukun
üstünlüğünü içlerine sindirebilme kapasitelerine göre ayırıma tabi
tutmak gerektiği kanaatindeyim. Bunu yapmadığımız takdirde devletin
acımasız kudreti ile insanın doğasından getirdiğini kabul ettiğimiz,
dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez haklarının filizlendirilip
toplumsal koşullarda yeşertilmesi ile garanti altında olmasının
imkansızlığıyla karşı karşıya kalırız; ki bu son derece yanlış olur. Bu
bağlamda demokrasileri yeniden ayırıma tabi tutmak zorunluluğu ortaya
çıkar, bunu da gayet basit bir teknikle, hukukun üstünlüğünü
sindirebilme kapasitelerine göre; hukuk devletleri ve diğerleri olarak
sınıflandırmamız gerekir.
Bu aşamadan sonra “diğerleri”
katagorisinde ki hukuksuz, insan haklarına saygısız, keyfi yönetim ve
keyfi kuralların insanlara dayatıldığı totaliter/otoriter devlet yada
rejimleri bir yana bırakıyoruz. Bundan sonraki aşamalarda bizi yani
insanları/insanlığı ilgilendiren “Hukuk devletleri”dir.
Devlet dediğimiz olgunun
ortaya çıkışını kökenini burada uzun uzun anlatmaya da gerek yoktur.
Orta çağın karanlığından beri filozoflar bu konuda yeterince kafa yormuş
hatta birçok fikirleri ile de hem kendilerinin kafalarını, hem de
insanlığın kafasını hayli karıştırmışlardır. Bunların en ünlüsü devlet
olgusunu izahı yüzünden canından olmuştur; Socrates, site
devletçiliğinin yanılmaz generalleri Aiteus ve Meletus’un -ki bunlar o tarihlerde aynı zamanda senatör idiler- ithamları ile zindana/yada bir çukura atılacak, kendi öz elleri ile baldıran zehiri içerek ölüme mahkum edilecektir.
İşte bu nokta çok önemlidir.
Çünkü ilerici-gerici, yenilikçi-statükocu ve derin devlet
yapılanmacılığının çelik çekirdeği, insan haklarını hiçe sayıcığın
kırılma noktadır.
Gerek yenilikçiliğin ve
modernizmin önünü açmak bakımından yeni düşüncelere ve düşünürlere
gelenekçilerin/gerici-irticacıların- ne kadar tahammülsüz ve ne kadar
statükocu olduklarını kanıtlamak bakımından ve daha önemlisi derin
devlet anlayışının ortaya çıkışının da bu noktadan başlaması açısından
dikkat çekmektedir.
Socrates’ı yeni fikirleri ile gençlerin aklını çeliyor
diye yargılayan ve öldüren gerici/statükocu zihniyet, aradan geçen iki
bin yıla rağmen, üçüncü bin yılda sade, üzerindeki entarisini
çıkarmış(İskoçlar ise bunu hala başaramamıştır) zengin görünümlü İngiliz
kumaşından yapılma takım elbise giymiş olmak dışında hiçbir şeyini
değiştirmemiştir. Bu gün Socrates’ı mezarından çıkarsak, emin olunuz ki
çağın Aiteus ve Meletuslar’ından oluşan “derin yapılanmalar” boynuna yağlı urgan geçirip canlı yayında insanlığa ibret olsun diye de asarlardı.
Bilim insanı olması
nedeniyle imparatorun(Preator) yakınında oluşu, general ve üstelikte
senetör olan derinliğin Habilleri Aiteus ve Meletus’u Roma’nın Alî Menfaati için “zararlı”
görülen Socrates’ı yok etmeyi ne pahasına olursa olsun başarmakla
kendilerini görevli saymaları ile ilk derin devlet oluşumu ortaya
çıkmıştır.
Çünkü bunlar;
1-Kendileri için hiçbir şey istememektedirler.
2-Kendileri zaten toprak sahibi, varlıklı insanlardır.
3-Kendilerinin zaten yeterince köleleri mevcuttur.
4-Kendileri zaten Roma İmparatorluk Ordularında Generaldirler.
5-Kendileri aynı zamanda zaten yekpare mermer sütunlarla bezenmiş Roma Senatosunda Senatördürler.
6-Filozof Sokrates “zararlı”
olabilecek kadar imparatora ve dolayısıyla devlete yakındır; şimdilik
gençlerin aklını çeliyorsa, ilerde imparatorun aklını da çelebilecektir.
7-İmparatora yakınlığı ve
yenilikçi fikirleri dolayısıyla imparatoru da etkileyebilecek, sonucunda
statükocu yapıda değişme yönetimde boşluk oluşturabilecektir.
8-Bu adam ve düşünceleri, “zararlı”dır; bu nedenle tasfiye edilmelidir. İşte bu anlayışla hareket ve bu anlayışla bir insanın katli “Derin Devlet” yapılanmasının adı konulmamış nüvesi, numunesidir.
İlerleyen tarih şeridinde bu anlayışın adı, doğu Roma’da “Bizans Entrikaları”na dönüşecek, Osmanlı Sarayı’nda “Kazan Kaldırma” eylemi olarak boy gösterecektir.
Bu kısa uzak geçmiş turundan sonra, birazda yakın geçmişe bakabilmek için yazının başında söylediğimiz “…hukuk devleti olmak…” kavramına bakmak derin yapılanmanın açıklanabilmesi açısından son derece önem arz etmektedir.
Hukuk Devleti Olmak:
Demokrasi geleneğini,
Hukukun üstünlüğünü benimseyip, insanlarına vatandaş gözüyle bakmak
suretiyle işlem ve eylemlerinde hukuk kuralları çerçevesi dışına
çıkmayarak, özgür eşit insanlara hiçbir şekilde ayrımcı/ayrılıkçı gözle
bakmamayı benimseyen işlem ve eylemlerinin eşit özgür adil biçimde
belirlediği yargı organınca denetlenmesini çağdaş medeniyet bilinci
sayan, hiçbir kişi ve ya kurumuna yasa dışı davranma yetisi ve yetkisi
tanımayan, şeffaf, katılımcılığı özendiren hukuksal meşru düzenlemeleri
ile en evvel kendini, kişileri, kurumları bağlayan meşru devlet yada
yönetim biçiminin kabul erdemidir; hukuk devleti olmak. “Giz ve karanlığa”
hiçbir biçimde gömülmemek, vatandaş saydığı insanlardan bir şeyleri
saklamamak, üçüncü bin yılda besleme medya oluşumuna izin vermemek; bunu
yaparken özgür basın oluşumunun önünü açmaktır hukuk devleti olmak.
Bunu yaparken devletin tanımlamasını iyi yapmak gerekmektedir.
Kurumlarını yerli yerine oturtmak lazımdır; aksi takdirde kurumları yerli yerine oturtmadınız mı devletin tanımlamasını yapamazsınız.
Demokrasinin erdemi akıl
olmak gerekir. Aklın filizi özgürlüktür. Özgürlüğün tarlası hukukun
üstünlüğüdür; adalettir tek kelimeyle…
“…Ben hukuk devletiyim…” diyen bir yapılanma, her şeyden önce ve en evvel, hukuk devleti olmayı, hukuku, hukukun üstünlüğünü içine sindirmiş olacaktır.
Bu sindirmenin yerli yerine oturtulmuş kurumları, yani demokrasinin
vazgeçilmezleri, epitel dokularıyla sistem içine her nefes taze oksijen
gibi çekilmesi ve her an insan özgürlüğü olarak dış dünyaya
yansıtılması, bunun da çıplak gözle her daim izlenmesi gereklidir.
HUKUK DEVLETİ NEDİR?
Hukuk devleti en kısa tanımıyla,
faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukukî
güvenlik sağlayan devlet demektir. Hukuk devleti; kuralları üzerinde
uygulanacak, gerçek ve tüzel kişilerin hukukî güvenlik içinde olduğu,
yani insanların yaşamdan ve yarından korkmadığı, korkmasını önleyecek
önceden belirlenmiş kişilik dışı kuralların bulunduğu, bunların
yasalarla sınırlarının çizilmiş olduğu ve aynı zamanda devletin/idarenin
de aynı hukuk kuralları ile kendini bağıtladığı bir devlettir.
Vatandaşların hukuki
güvence içinde oldukları, devletin eylem ve işlemlerinin de hukuk
kurallarına bağlı olduğu sistem. Bu devlet sisteminde yürütme/devlet
hukuka bağlıdır ve yürütme işlemleri de yargısal denetime tabidir.
Bu açıklamalar ışığında baktığımızda; Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün dünyada bilindiği üzere mükemmel bir hukuk devletidir..(!)
Hukuk devleti, yetkiyi elinde
bulunduran siyasi otoritenin yani devletin koyduğu yasalara kendisinin
de uymasını, kendini hukukla bağlamasını ifade eder. Çağdaş ve
ideal/evrensel hukuk devleti ilkeleri bakımından ele aldığımızda Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin hukuk devleti olduğunu iddia etsekte, Avrupa
Birliği yoluna düştüğümüzde adama hemen sormazlar mı neden arka arkaya
dokuz tane uyum paketi çıkararak hukukun üstünlüğüne yaklaşma
çabasındasınız diye!? Bu nedenle hukuk devleti olmanın sanıldığı kadar
kolay olmadığı rahatça görülebilir. Evet görünürde bir anayasa vardır ve
bu anayasa kağıt üzerinde uygulanmaktadır; getirdiği kurumlar şakır
şakır işlemektedir.
Ancak 1980 darbesini yapan zihniyet, anayasada temel hak ve özgürlükleri düzenlerken, adeta devlet ve bireyi rakip olarak görmüş,
verdiği her özgürlüğe karşılık kişilere bir ödev yüklemiş hatta bazı
durumlarda bir maddelik bir hak için on maddelik kısıtlama koşulları
getirmiştir.
Anayasa Mahkemesi daha çağcıl
görüşle hareket ederek darbeci zihniyetin katı anlayışını, getirdiği
tanımla günün mükemmeliyetçiliği ile yoğurmaya çalışmıştır.
Türk Anayasa Yargısının Hukuk Devleti Yorumu ve Tanımı:
Anayasa Mahkemesi de 12 Kasım 1991 tarih ve K.1991/43 sayılı Kararında hukuk devleti ilkesini, benzer bir şekilde “…yönetilenlere
en güçlü, en etkin ve en kapsamlı biçimde hukuksal güvencenin
sağlanması, tüm devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuka uygun
olması…” olarak tanımlamıştır. Devamla hukuk devleti olmaklığı;
“Hukuk devleti, her
eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve
tutumlarından kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı
denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı
temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaştığında
geçersiz kalacağı bilen devlet…” biçiminde ayrıntılarını özetleyerek belirtmiştir.
Barolar Birliğinin Bir
Bildirisinde Yaptığı Tanımlama ise anayasa yargısının kararında
belirtilen nitelikleri tekrarlar biçimdedir; “15 ilin baro
başkanlarıysa© ortak bir açıklamayla "Türkiye 'hukuk devleti' olabilme
testinden bir kez daha başarısız çıkmıştır" dedi; Başbakan Erdoğan'ın
"ucu nereye varırsa varsın gereği yapılacak"; Adalet ve İçişleri
Bakanları'nın da "gereğinin sonuna kadar yapılacağı"
taahhütlerini…” hatırlatarak devamla;
“…Anayasal
demokrasinin ilkelerine uyulması bağlayıcıdır. Bu zorunluluk daha
ziyade devlet organlarını; siyasal iktidarı ve kamu görevlilerini konu
alan bir bağlayıcılıktır. Bu bağlayıcılık, kamu karşısında fertlerin
haklarının en temel güvence alanını oluşturmaktadır. Çünkü anayasayla
belirlenen ilkeler, kişiler arası özel ilişkileri değil, kişilerin
devlet karşısındaki konumunu ve devletin kişilere ve kamu alanına
yönelik tasarruflarına bağlayıcılık getirmektedir. Bu şart, anayasal
demokrasi düşüncesinin fertlere sunulan kişisel yaşam alanlarının en
temel güvencesi olması sonucunu doğurmuştur….”
I)HUKUK DEVLETİ TARİHİ SÜREÇ
Hukuk Devleti kavramı, Anglo-Sakson terminolojisinde “hukukun üstünlüğüne dayalı devlet” veya “hukukun hükümran olduğu devlet” olarak adlandırılırken, Kıta Avrupasında Almanya’dan yayılıp benimsenen “hukuk devleti” kavramı ile adlandırılmaktadır.Bizde de “hukuk devleti” kavramının yanı sıra “hukukun üstünlüğü”, “hukuka bağlı devlet” kavramları da “hukuk devleti” kavramı yerine kullanılmaktadır.Oysaki “hukukun üstünlüğü” kavramı ile “hukuk devleti “kavramı ortaya çıkış coğrafyalarına göre farklı anlamları içerlerinde barındırır durumdadırlar.Çünkü “hukukun üstünlüğü” terimi devletin yanında hukukun daha fazla kendini gösterebilme fırsatı bulduğu yani devletin hukukla bağlı kalmasında daha etkin rol oynayan bir sistemi anlatmakta; “hukuk devleti” kavramı ise tam tersi olarak devlet kavramının hukuk karşısında edindiği yerin daha önde olması anlamına gelmektedir.Yani “hukukun üstünlüğü kavramında “az devlet çok hukuk” “hukuk devleti kavramında ise “az hukuk çok devlet “kavramı geçerlidir . “Hukuk devleti genel anlamda yönetenlerin ya da siyasal iktidar sahiplerinin keyfi eylem ve işlemlerine karşı yönetilenlere hukuksal güvenceler sağlayan bir devlet tipi” , “temel hak ve hürriyetlerin teminat altına alındığı ve kişilere hukuksal teminat sağlayan devlet” , “hukuk çerçevesinde yönetim kısaca hukuka dayanarak ve hukuk sayesinde var olan devlet/yönetim” , “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sitemi anlatır” gibi bir çok şekilde tanımlanmıştır. Hukuk devleti kavramının doğuşu çok eski bir geçmişe dayanmaz. XIX.yüzyıl başlarında Alman Hukuk çerçevesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Hukuk camiasının malumları olduğu üzere Almanya coğrafyası dört ana bölüme ayrılır; Suap, Bavyera, Frankonya, Saksonya. İşte bunlardan biri olan, 1946 tarihli Bavyera Anayasası dünyada hukuk devleti terimini ilk defa kullanmış olan Anayasadır(md.3).Siyaset bilimine ilişkin yazılarda, “hukuk devleti” kavramına ilk kez XVIII.yüzyılın sonunda rastlarız. Ancak, “hukuk devleti” terimi yeni olsa bile bu yönde Eski Çağ Döneminde de bazı talep ve düşünceler ileri sürülmüş ve kısmen de gerçekleşebilmiştir. Aslında “adalet” insanlar arası ilişkilerde uygulanması gereken ilk kıstas olarak Allah’ın emri olduğu düşünülürse, hukukun üstünlüğü ilkesi Adem Peygamberden bu yana hep var demektir. Zira hukukun nihai gayesi adaleti gerçekleştirmektir. Toplum yapısının ve dolayısı ile devlet örgütünün gitgide karmaşıklaşması “adalet” ve dolayısıyla “hukukun üstünlüğü” kavramının ilk peygamberler ve ilahi dinler ile birlikte başlamış olması gerçeğini değiştirmez. Ancak kavramsal kimlik olarak günümüzde gelişerek hukukun üstünlüğü/hukuk devleti biçiminde isimlenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “hukuk devleti” olduğu 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde açıkça belirtilmiştir. 2. maddeye göre
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine
bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik
ve sosyal bir hukuk devletidir.” Anayasa
hükmünden de anlaşılacağı üzere 1982 Anayasası kavram olarak “hukuk
devleti” kavramına içeriğinde yer vermiştir ancak Anayasa “hukuk
devleti” kavramını açıklamamış hatta gereklerinin neler olduğuna dahi
değinmemiştir.
Türk Anayasa Yargısı yukarda belirttiğimiz kararında hukuk devleti olmaklığın üç ana unsuruna yer vermektedir:
•insan haklarına saygı
•Kişi haklarının güvence altına alınması, • Devletin bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa’ya uygun davranması. Mahkeme kararında şöyle devam etmektedir: “... hukuk devletinin temel unsuru, bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır...Hukuk devletinde yasa koyucu organ da dahil olmak üzere, devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak egemenliğe sahip olması, yasa koyucunun faaliyetlerinde kendisini her zaman olması, yasa koyucunun faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasaya ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması gerekir.”
HUKUK DEVLETİ OLMANIN İLKELERİ:
Yukarıdaki bilgiler ışığında bir
hukuk devletinden söz edilmesi için gerekli olan ilkeler ise en kısa
biçimiyle şöyle sıralana bilir;
Burada kanunların
anayasaya aykırı olmayacaklarını belirtme yeterli değildir. Bunun
yanında, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlayacak bir denetim
mekanizmasının da kurulması gerekir.1961 ve 1982 Anayasa’larında, bu
görev Anayasa Mahkemesine verilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bu alandaki
yetkisine, 1961 Anayasasına göre, 1982 Anayasası ile, hem başvuranlar
açısından, hem de içerik açısından bazı kısıtlamalar getirilmiştir.
Kuvvetler
Ayrılığı:Yasama, yürütme ve yargı makamlarının görev ve yetkileri
Anayasada duraksamaya yer vermeyecek şekilde düzenlenmiştir.Bu üç gücün
birbirinden ayrılış tarzlarına göre devlet sistemleri belirlendiği
hatırlanırsa kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemi daha açık bir şekilde
ortaya koyabilme imkanı doğmaktadır.Kuvvetler ayrılığı ile devleti
oluşturan üç gücün birbirinin alanına müdahale etme niteliği
belirlenmektedir.Eğer bu müdahale tamamıyla imkansız ise yani yasama,
yürütme ve yargı organı çok katı çizgilerle birbirinden ayrılmışsa bu
takdirde tipik bir “başkanlık sistemi” niteliği ortaya çıkmaktadır; yada
Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılış tarzları daha esnek ise
bu halde de “parlementer sistem”den bahsetmek gerekecektir .Bu kadar
öneme sahip olan bir kavramın “hukuk devleti” ilkesini gerçekleştirmek
amacıyla yüklendiği ödevde hiç kuşkusuz çok büyük öneme sahiptir.
Hukuk devleti
ilkesi beraberinde temek hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması
zorunluluğuun getirmektedir.Temel hak ve özgürlüklrin güvence altına
alınması için başvurulan birinci yol, kişi temel hak ve özgürlüklerinin
kolayca değiştirilemeyen metinlerde yani anayasalarda sayılması ve
düzenlenmesidir.ikinci olarak ise temel hak ve özgürlüklerin ancak
kanunla sınırlandırılabilir olması gerektiğidir .
5- Yürütmenin (idarenin) Tüm Eylem ve İşlemlerinin Yargı Denetimine Tabi Olması:
Hukuk
devletinden akla ilk olarak yürütmenin hukuka bağlı olması ve yine
yürütme organının karının yargı denetimine açılması gelmektedir.Bunun
nedeni de tarihsel süreçte gizlidir.Çünkü hukuk devleti ilkesinin
mücadelesinin yapıldığı dönemlerde yürütme organı kraldan ve onun
atadığı bakanlardan oluştuğu için kişi haklarına yapılacak tecavüzlerin
ancak yürütme organından gelebileceği kabul ediliyor ve dolayısıyla da
öncelikle yürütme organının yaptığı işlemlerin yargı denetimine açık
olması gerektiği fikri gelişiyordu.Kişi haklarının, milli iradeden doğan
yasama organına karşıda güvence altına alınmasını sağlayacak olan bir
mekanizmanın olması gerektiği düşünülemiyordu.Bu bağlamda da yasama
organının yargısal denetim fikri çok sonraları ortaya çıkmıştır .1982
Anayasası da hukuk devleti ilkesinin gereği olan yürütmenin işlemlerinin
yargısal denetiminin gerekliliğini 125.maddesinde “İdarenin her türlü
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” hükmü ile kabul
etmiştir. Bunun anlamı şudur; idare yasal yollardan bir işlem yapsa
dahi, ilgilisi yani vatandaş bunun kendine bir zarar verdiği
düşüncesinde ise buna karşı yasal yollara baş vuracaktır. Yoksa idarenin
yada bir ajanının yasal olmayan/keyfi-kendi isteğince- bir davranışı
ile vatandaşa/kişiye bir zarar verilmişse idari sorumluluk dışında bu
eylem aynıca duruma göre bir suç teşkil edecektir. Bu suça o kamu
görevlisinin dışında başka kamu kurumu ya da kamu görevlileri de
katılmış ise bunlarında bu suça iştiraki var demektir.
6- Kanunların Genelliği ve Kanun Önünde Eşitlik:
Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik, hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder.
Benzer
nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların
genelliği” ilkesi adı verilir. Bir başka deyişle bir kanunun uygulama
alanı içerisinde kalan herkese uygulanabilmesine denir. Kanunların genel
olması hukuk devletinin de gereğidir.Eşitlik ise kanunların
genelliğinin teminatıdır.Anayasanın 10. maddesine göre ;”Herkes, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve
benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”Hukuk devleti
hukukun üstünlüğü” temeli üzerine kurulmuştur. Bu nedenle her türlü
ayrıcalığı reddeder. Bu tür ayrımcılık 5237 sayıl yasanın genel
hükümlerinde yar alan 3/2 maddesi ve 122 maddesi ile de cezasal
yaptırıma bağlanmıştır.
7-Bağımsız Yargı:
İdarenin
yargısal denetiminin etkili bir biçimde yapılabilmesi için,
mahkemelerin bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin tam anlamıyla
sağlanmış olması gerekir”. Aksi halde yukarıda bahsedilen ilkenin de bir
anlamı kalmaz.Çünkü Yürütmeyi yargısal açıdan denetleyecek olan
yargıçların yürütmeden korkması başka bir deyişle yürütme karşısında
korumasız kalması halinde yürütmenin de objektif bir şekilde
yargılanması mümkün olmayacaktır.” Yargı denetimini yerine getiren
mahkemelerin ve hakimlerin bağımsız olmaları hukuk devletinde
esastır.Çünkü bu devlette, kişi hak ve hürriyetlerinin en büyük teminatı
bağımsız yargı organlarıdır.
Sağlıklı bir yargı denetimi için de iki hususun gerçekleşmesi şarttır.
a. Yargı bağımsızlığı:
Yargının bağımsız olması demek, başta yasama erki ve yürütme organı
olmak üzere; denetim yapar, karar verirken hiç bir kişi veya kurumun
baskı ve etkisi altında kalmadan bağımsız davranabilmesidir. 1982
Anayasası, yargı bağımsızlığını sağlamak üzere, hakimlerin atama ve
özlük hakları üzerinde söz sahibi bağımsız bir kurul (Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu) oluşturmayı öngörmüş (m.159); ancak Adalet
Bakanı ile Müsteşarının bu kurula tabii üye yapılması bağımsızlığını
zedelediği görüşüyle eleştirilmektedir. Ancak bizde yargı, siyasal
güçlerden çok ekonomik çıkar gruplarının ve medyanın baskısı altındadır.
Bunun önüne geçilmesi gerekir.
b. Tabii hakim güvencesi: Bir
kimsenin herhangi bir suçu işlemesi durumunda, yargılanacağı mahkemenin
önceden belirlenmiş ve biliniyor olması ve her bir suç veya olay için
sonradan mahkeme (ya da hakim) belirleme yoluna gidilmemesidir.
Anayasanın 37. maddesine göre, "hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden
başka bir merci önüne çıkarılamaz" ve bu sonucu doğuran olağanüstü
yargı mercileri kurulamaz. Tabii hakim güvencesi adı verilen bu kurum,
hukuk güvenliği bakımından oldukça önemlidir. Hukuk devletinin varlığı
için, haklara saygı ve hukuka bağlılık bilincinin toplumsal bünyemizde
yerleşmesi ve kökleşmesi gerekir.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 10. CUMHURBAŞKANI, SAYIN SEZER’İN 2000 YILI KONUŞMASINDA HUKUK DEVLETİ OLMAK:
İşte böylece vurgulanıyor ve
uzayıp gidiyor. Burada yapmaya çalıştığımız hukuk devleti olmak anlatısı
ile mevzuatsal düzenleme ve görüşler aşağıda açmaya çalışacağımız derin
devlet oluşumlarını, bu hukuk devletinin neresine
koyacağımız/koyabileceğimiz irdelemesi açısından önemlidir.
Hukuk devletinde yasadan doğmayan yetki üretilemez ve kullanılamaz.
Kimse yasal dayanağı olmadan
bir yetki kullanamaz. Yasa tarafından kendine verilmeyen hiçbir erk ve
hiçbir işlemi kimse ifa edemez; hangi yüksek kamu görevinde olursa
olusun. Bu tür davranışlar yasa dışıdır. Yasa dışı davranım ve
oluşumlar ise asla yasal olmayacaktır.
http://ayrak.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000002908705
2-&
DERİNLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ:
Tarih, devletlerin çöküşü
açısından milletler mezarlığıdır. Bin yıllık Roma imparatorluğu her
şeyin kaynağı olduğu gibi, derin devlet oluşumunun da kaynağıdır.
Yukarda örneğini verdiğimiz Filozof Socrates’e yapılan komplo yer yüzü
tarihinin kaydettiği ilk derin devlet hareketidir. Ama burada derinlik
göstere göstere yapılmıştır. İlerleyen yüz yıllar içerisinde derin
devletçilik evrimini tamamlayıp karanlığa bir gize gömülecektir.
Yönetmek güncü elinde tutanların farklıyı yok etme, öteki oluşumuna
tahammül edememe sürecinin ilk noktasınıdır, Socrates cinayeti.
Arkasından sarayda kral
değiştirme ve farklı sülaleleri iş başına getirme eğilimi ile de Bizans
sarayına yansıyacak; derin devlet, burada çağdaş kimliğine uygun
davranarak yüksek seciye kazanacaktır. Sokakta adam
öldürmek/öldürtmekten öte sarayda kral değiştirmeye yönelecektir ki;
bilinen adıyla günümüze kadar ulaşacak “Bizans Oyunu” olarak ün
salacaktır.
Bizim tarihimizdeki derin
devlet oluşumları ise toprak olarak aynı coğrafyayı kullanmamızdan
sonraya rastlayacaktır. Osman oğullarının beylikten Devlet-i Alî Osman’a
dönüşmesi için atılan ilk adımda derinliğin tohumu da filizlenecektir.
Miladî takvimler 1453’ü gösterirken Sultan Murat oğlu Mehmet Bizans’ı
kuşatıyordu. Entrikaların başkentini, derinliğin merkezini İstanbul’u.
Etrafında ve eşrafında hepimizin tek kefeli tareziyle tarttığı, yanlış,
eğri, öteki gözü eklemediğimiz Molla Güraniler, Ak Şemsettinler vardı;
hepimizin bildiği gibi. Vardı da işte bizim tarihimize derin devlet
oyunlarını da bunlar ile vüzera takımı oluşturuyordu. Osmanlı
padişahı’na karşı vüzera ile ulema bir takım oyunlar peşindeydi. Bu
oyunlarını sergilerken meşru olarak işgal ettikleri mevkilerini ve meşru
olarak kullanmak zorunda oldukları yetkilerini gerçekte kendi
gelecekteki menfaatlerine, görünüşte de insanlar/insanlığa karşı,
kumandan ve askerlerine karşı meşhuuur “Devletin Alî Menfaati” için
yapıyorlardı; yaptıklarını her fırsatta ileri sürüyorlardı.
İşte bu işgal ettikleri
meşru devlet makamlarını, kendilerine veren padişah iradesine karşın,
kendi geleceklerini daha bir garanti altına almak için, “Devletin Alî
Menfaati” öne sürümü ile vüzera ve ulema ikiye bölünüp derin çekişmeye
girmişler ve bu amaca yönelik olarak ise zafere yaklaşmış padişaha,
Bizans kuşatmasının zafere ermeyeceği, derhal kuşatmanın kaldırılması
gereğini empoze etmeye hararetli ve iddialı bir biçimde zerk
ediyorlardı. İşte bu dayatmacı yöneticiler birlikteliği Derin Devlet
oluşumunun Osmalıdaki ilk basamağıdır. Bizdeki derin devlete bir
başlangıç bulmak gerekirse çekirdeği bu olaydır.
Görülüyorki henüz entrikaları ile ünlü Bizansın surları eşiğinde dönme
ama Paşa olan Zağanos Paşa ekibi ile, Çandarlı Halil Paşa arasında -ki
bunlar kara orduların komutanıdırlar- ve yeniçeri arasında bunlara
bağlılık Fatih’e olan bağlılıktan daha fazladır. Bunlar istemezler ise
asker savaşmaya bile gitmeyecektir. Gerçekte devlet yetkisi
kullanan “Paşa” olan bu adamlar bu yetkilerini karanlık toplantılarında
bir birlerinin önünü kesmeceler için kullanmak ve bu gelecekteki sadaret
beklentilerinde kendi tezlerinin haklılığını İstanbul’u alamamak
pahasına sultana zerk etmeye çalışmaktalar. İşte
bu noktada sultana, askere/yeniçeriye ve avama/halka rağmen bir
karanlığa çekilme ve derin karanlıktaki şahsi çıkarlarını ise yine
sultana, askere, halka dayatma eğilimlerinin tümü “D e r i n D e v l e t” olgusunun ta kendisini oluşturur.
Görülüyor ki burada şu üç ana unsur Derin Devlet olgusunun beliriş nitelikleridir:
Görülüyor ki tarihi süreç
içerisinde “Derinlik” anlayışı ilk çağların karanlığından orta çağın
sonu olan Bizans’ın yıkılışına kadar çok yol almış, metot aynı olmak
kaydıyla günümüze gelindiğinde de kabuk değiştirerek, sayılan ilkelere
sadık kalmak suretiyle süregelmiştir.
YAKIN TARİHTE DERİN DEVLET OLUŞUMLARI:
Osmanlı’nın çöküşü
başladığında Fransız İhtilali’nin zafer sarhoşluğu içinde Nasyonalizm
akımı Devlet-i Alî’nin mozayiğinde yer alan milli devletlerin doğumuna
gebeydi. Milliyetçilik batıyı bağımsızlık büyüsüyle kasıp kavururken
Osmanlı Avrupa’da yer alan topraklarını kaybediyordu. İhtilalin büyüsü
Osmanlı’nın aslî unsuru Türkler’ide cezbetmeye başlamıştı. Bu etkinin
ilk meyvesi Jön Türkler olarak uç vermişti.
Jön Türklerden İttihat ve Terakkiye Giden Yol:
Osmanlı İmparatorluğu’nun
Balkan kesiminde bulunan milletleri, istiklalleri uğruna sık sık
ayaklanıyorlardı. Memleketin kurtuluşunu meşruti idarede gören bazı
gençler, birleşerek Avrupalıların "Jön Türkler" veya "Genç Osmanlılar"
dedikleri, Yeni Osmanlılar Cemiyetini 1866'da kurdular©. Bu cemiyetin
kurulduğu ortaya çıkınca Mehmed Bey, Nuri Bey ve Reşat Bey Avrupa'ya
kaçtılar. Daha sonra, Prens Sabahattin'in daveti üzerine Ziya Paşa, Ali
Suavi ve Namık Kemal de Avrupa’ya gittiler ve orada gazete, broşür
çıkartarak Osmanlı İdaresi'nin kötü yönetimi hakkında yayına başladılar.
Jön Türkler bir süre sonra yurda döndüler ve birer göreve tayin
edildiler. Bu gençler rejimi yıkamamışlarsa da, Osmanlı
İmparatorluğu’nda, Hürriyet ve Meşrutiyet fikirlerinin kökleşmesinde
büyük rol oynadılar.
Burada Jön Türk akımı içinde
yer alanların nedense tümünün Avrupa’ya kaçma arzusu ile dolu
olmalarına dikkat çekmek gerekir.
II. Abdülhamid'in kurduğu askeri
nitelikteki okullardan mezun olan ve Jön Türk akımından etkilenen genç
subayların çoğunluğu da II. Abdulhamid yönetimine karşıydılar.
Gittikleri yerlerde dernekler kuruyor, mücadelelerini gizlice
yürütüyorlardı. Bu mücadeleyi yürüten gençler, tüm gizli dernekleri
Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adı altında birleştirdiler. İttihat
ve Terakki Cemiyeti adını alan bu cemiyet, Osmanlı Devleti'nin son
zamanlarına kadar yönetimde söz sahibi oldu.
"Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti", 1889 yılının Mayıs ayında, İstanbul Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencilerinden Arnavut İbrahim Temo Bey
tarafından kurulmuştur. Bu cemiyetin amacı, Osmanlı Devleti'ni
kurtarmak için, çökmesine neden olan II. Abdülhamid'in istibdadını
kaldırmak idi.
Gizli bir örgüt olarak İstanbul'da kuruldu. Yapılan ilk toplantıda cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî seçildi. Yürüttüğü çalışmalarla 1908'de II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynadı. 23 Ocak 1913'de tarihe Babıâli Baskını olarak geçen askeri darbeyle iktidarı fiilen ele geçirdi. Yönetim I. Dünya Savaşı
sonuna kadar Enver, Talat ve Cemal Paşa'nın eline geçti. 1918'de
kendisini fesheden İttihad ve Terakki'nin önde gelen yöneticileri
yurtdışına kaçtı. Partinin yerel kadroları ise Türk Kurtuluş Savaşı'na katıldı©.
İttihad ve Terakki Fırkası, Türkiye’de kurulan ilk siyâsî parti oldu.
Teşkilât-ı Mahsusa
1913 yılında Sultan Mehmet Reşat'ın yayımlanmayan ve resmi olmayan bir fermanıyla Savaş Bakanlığı (eski adıyla Harbiye Nezareti) bünyesinde İttihat ve Terakki tarafından kurulan Osmanlı Devleti'nin ilk gizli haber alma örgütüne verilen addır. Örgütün ilk daire başkanı Süleyman Askeri Bey, ikinci başkanı Ali Başhampa, son başkanı Hüsamettin Ertürk'tür.
Misyonu Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele etmek idi.
Kurulma amacı Osmanlı Devleti'nde dağılma döneminde ortadoğu
üzerinde odaklanan yabancı haber alma faaliyetlerinin izlenebilmesi
için bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen haber alma
çalışmalarının bir merkezden organize biçimde yürütülmesine duyulan
ihtiyaçtır. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır.
Örgütün kurumsallaşması Balkan Savaşı'ndan
sonra ivme kazanmıştır. Örgüt çoğunlukla iktidarı devirmeyi planlayan
ve düşmanla işbirliği içerisinde olan güçleri bastırmakta
kullanılmıştır. Örgütün, resmi kuruluş tarihi 1913 yılı olsa da, Enver Paşa komutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir©.
Enver Paşa savaş bakanı (Harbiye Nazırı) olmasından kısa bir süre sonra
Teşkilât-ı Mahsusa'yı resmi statüsüne kavuşturmuş, dönemin yetenekli
subaylarını örgüte üye yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu
subaylar Kafkasya, Mısır ve Mezopotamya'daki özel askeri operasyonlarda kullanılmışlardır. 1915 yılındaki Süveyş Kanalı
operasyonu buna bir örnektir. Bu operasyonda özel birlikler Osmanlı
ordusunun ileri uçlarındaki vahaları ele geçirip tampon bölge
oluşturmuşlardır. Birinci Dünya savaşında Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen ve Kuzey Afrika'daki özel operasyonları örgütün efsanevi ismi Kuşçubaşı Eşref Bey (Eşref Sencer Kuşçubaşı) idare etmiştir©.
Görülüyor ki Teşkilat-ı
Mahsusa meşrutiyet idaresine rağmen, meşru/yasal bir dönem olmasına
karşın, yayımlanmayan ve resmi olmayan bir fermanla bir gizli örgütün
devlet içinde kurulduğu ve bu yetmiyormuş gibi yasa dışı olarak, Enver Paşa komutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu
belirtilmektedir. Padişah fermanı meşruti monarşi içinde
resmi/yasal-mevzuatsal bir buyruktur. Ancak gizli oluşumun başlangıcını
1903’e taşımak, görüleceği gibi hukuk dışı/buyruk dışı bir “Derin
Yapılanma”dır.
Böyle bir cemiyete ihtiyaç
duyulmasının nedeni, Osmanlı Devleti’ne karşı istihbarat çalışmalarının
çok artmış olması, doğuda ve Rusya’daki gayri müslimlerin ayaklanmalara
teşvik edilmesidir. Amacı Osmanlı Devleti'nin siyasi birliğinin
korunmasını sağlamak, ayrılıkçı hareketleri önlemek, Osmanlı sınırları
dışında yaşayan Müslüman ve Türkleri örgütlemek ve yabancı devletlerin
Orta Doğu'daki istihbarat ve gerilla faaliyetlerine karşı koymaktır. İlk
lideri Süleyman Askeri, ilk çalışma alanı ise Batı Trakya’dır.
Teşkilat, direkt olarak Osmanlı Harbiye Nezareti'ne bağlıdır.
Ajanlar yerli halk arasında
örgütlenmeye ve buralarda özellikle İngiliz ve Ruslara karşı halkı
harekete geçirmeye çalışmışlardır. Teşkilatın kadrosu, ajanlık için
gerekli bilgi ve tecrübeden yoksun olmasından, ve onlara bu bilgileri
verebilecek yetkili olmamasından dolayı, teşkilat üyeleri, istihbarat
çalışmalarından çok çatışmalarda bulunmuşlardır. Kadronun savaşçı
kimselerden oluşması dolayısı ile teşkilat tamamen gizli bir istihbarat
teşkilatı olamamıştır.
Abdülhamid’in kurdurduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı’ndan farklı olarak Teşkilat-ı Mahsusa, çarpışmaya hazır bir kadrodan kurulmuştur, yurtdışı kadrosu vardır ve padişah için çalışmazlar. Öyle ki, teşkilattan bazı üst düzey yöneticilerin haberi bile yoktur. Teşkilat başkanı sadece harbiye nazırına ve sadrazama rapor verir.
Bab-ı Ali Baskını
1912'de başlayan Balkan Savaşları'na
4000 cezaevi mahkumundan oluşan gerilla ordusu katıldı. Bu ordu ile
beklenenin üzerinde yarar sağladılar. Ancak Osmanlı ordusu savaşta
yenilince hükümet, Edirne ve Çatalca'yı Bulgarlara bırakarak barış yapmak istedi. O dönemde muhalefette olan İttihat ve Terakki Fırkası ve dolayısıyla da cemiyet buna şiddetle karşı çıktı. Bu sebeple de cemiyet, tarihe Bab-ı Ali baskını olarak geçen bir darbe gerçekleştirdi. Yakub
Cemil, Bab-ı Ali binasına ilk giren baskıncılar arasındaydı. Baskın
esnasında karşılarına çıkan Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa'yı "bu herife laf anlatılırmı" deyip şakağından vurmuştur. Bu olayın etkisiyle kısa bir süre sonra, yüzbaşı rütbesinde iken ordudan atıldı. Yine de aynı yıl Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti'nin kurulmasıyla sonuçlanan muharebe döneminde Enver Bey'in emrinde orduda gönüllü olarak yer aldı©.
# Padişahın gizili fermanıyla bir örgüt kuracaksınız.
# Bu örgütün amacı; Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele iken,
# Örgüt üyeleri devletin maaşlı çalışanları olacak,
# Padişaha/mevcut meşru
iktidara, sadrazama karşı, maaş ve memuriyetten hiç ayrılmadan karşı
darbe için kurulan hücrede yer alacaksınız,
# Bu meşru iktidarın kötü yönetiyor/hiç yönetemiyor olduğuna inanacak/inandırılacaksınız,
# O günün meşru
iktidarını, aynı iktidarın maaşlı memuru/bürokratı olduğunuz halde ve
onların verdiği silah ve mühimmatla alnından vuracaksınız,
# Bir insanı bir devlet
görevlisini bir harbiye nazırını/savunma bakanını öldürmenin tek
yaptırımı görevden kısa bir müddet uzaklaşma olacak ve taltifen rütbe
atlayarak yeniden aynı oluşum içinde yer alacaksınız.
Bunlara karşı iktidar da
padişahta, sadrazam da yargıda yürütme de hiçbir şey yapamayacak
yapılanın meşru olduğunu kanıksayacak. İşte bu anlayış ve itaatkarlık
mantalitesi derin devletin meşrulaştırılması/meşrulaşması teorisinin
hayata geçmesinden başka bir şey değildir.
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE’DE DERİN DEVLET:
Üçüncü bin yılı yakalamış,
çağları geride bırakmış bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu binyılda artık bir
çok merhaleyi aştığımızı, demokrasinin erdeminden yararlanmayı
kanıksadığımızı, hukuk devletini özümseyip içimize sindirdiğimizi var
sayıyoruz.
Bu gün artık 1982 de yapılmış
bir anaya yürürlüktedir. Devletin temel kuruluşunu, bu kuruluşların
temel işleyişini ve devletin ülkesi üzerinde yaşayan kişilerin temel hak
ve özgürlüklerini güvence altına almış, tanımlamış/tanımış bir anayasa
vardır. Bu ana yasaya göre çıkarılmış çağdaş demokrasinin gereği olan
tüm çağdaş yasalar çıkarılmış yürürlüğe konmuştur. Hukuk devletlerinin
en hukuk devleti olmak iddiamız tamdır.
Kurumlar yeri yerindedir.
Yasalarla tanımlanmıştır. Herkes yasalarla bağlıdır. Yasaların
uygulanması genel eşit ve mutlaktır.
Elbetteki hukuk devleti olan
bir yapılanmada anayasa olacak. Yasal yol ve usullerde gelmiş bir
iktidar olacak. Yasasında belirtildiği biçim ve seçim usulüyle oluşmuş
meşru bir parlamento olacak. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla teşkilatlanmış
mekanik bir sistem gibi işleyen bürokratik bir sistem mutlaka bulunacak.
Ama bunların hepsi yasalarla önceden kişilik dışı ve hukuk kurallarınca
işlerlik kazanacağına dair belirlenmiş olacak.
Kimse kaynağını anayasadan ve
yasalardan almayan bir yetki üretemeyecek ve kullanamayacak. Hukuk
herkesi bağlayacak. Hiçbir kişi ya da kurum yasanın vermediği “kerameti
kendinden menkul” yetkiler gasp edemeyecek ve keyiflerini hukuk diye
dayatamayacaktır.
Anayasal meşruiyet
çerçevesinde elbette bir ülkenin, istihbarat teşkilatı olacaktır.
Olmaması eksikliktir. Ancak yasal çerçevesi buna ait yasa ile açık, net
ve normal, orta zekalı bir vatandaşın okuyunca anlayacağı, berrak bir
Türkçe ile yazılmış olacaktır. Açıklık ilkesi gereğince yasa ve mevzuatı
herkes bilecektir. Özellikle de bu yasa çerçevesinde “görev” yapanlar bilecektir.
Aynı biçimde bir ülkede hukuk
devleti içerisinde polisi, askeri, jandarması, Sahil Güvenlik birimi,
gümrük koruma teşkilatı olacaktır; bir devletin varlığını sürdürmesi
için bunlar zaten gereklidir. Bunun mutlak mecburi şartı her bir birim
ve kurumun yasa ile kurulmuş olması, bu yasaları da kişilerin ve aynı
zamanda, mecburen bu kurumların, bu kurumları yöneten, sevk ve idare
eden üst düzey bürokratların ve “bürokratik virüslerin” tümünün bilmesi
gereklidir.
Kimileri “Derin Devleti” tanımlarken şöyle bir iddia ileri sürüyor ve “…Derin devlet, devletin üst kademesinin; Cumhurbaşkanı, MGK, TSK Komuta kademesi, MİT, Başbakanlık
gibi devletin milli siyaset belgesini hazırlayan ve bunun uygulanması
için gerekli tedbirlerin almasını sağlayan kurumların oluşturduğu;
yasalarda yeri olmayan ancak teamül denilen alışagelinmiş kurallar
çerçevesinde Devletin bekaası, milli birlik ve beraberliğin bütünlüğü
için çalışmaların tümünün organize edilmesi tüm bu kurumların mutabakatı
ve anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez
kuralları dahilinde yapılır ki yapıcı şema bütününe, literatürde derin
devlet denir….” Diyorsa da böyle bir tanım kabul edilemez. Çünkü
zaten sayılan tüm kurumlar ve kamu tüzel kişileri yasal kuruluşlardır.
Bu kuruluşların her birinin yasası vardır. Anayasal bağlamda alt norm
olan ve anayasaya uygun bulunan yasalarla bu birimler, kişiler, kurumlar
vardır. Bunların varlığını kuruluşlarını işleyiş ve
teşkilatlanmalarını, bu birimlerin bir birleriyle zaten ilişki ve
irtibatlarını yasalar düzenlemiştir. Bunların bir araya gelişleri,
birlikte toplanmaları karar almaları yasal, doğal ve devlet devamlığı
içinde olması gerekendir. İşte bu aşamaya gelirken asıl derin yapılanma,
yukarda sayılanların olmamasında gizlidir.
Belirttiğimiz gibi her biri
kendi yasasıyla kurulan kamusal kurum kuruluş kişi ve kimseler,
yasalarda yazmayan yetkiler kullanmaya ve yine yasalarda yazmayan
biçimde toplanmaya ve yasalarda yazmayan kararlar almaya başlayıp bunu
da önceki paragraflarda belirttiğimiz gibi, iktidarlara, yönetenlere
yönetilenlere, insanlara kurumlara dalatıyorlarsa; bu yasa dışı ve
dayatmacı oluşum; eşittir: DERİN DEVLET’i oluşturacaktır. Derin devlet
budur. Kurumların yerli yerine oturtulamamasından doğan devlet
tanımsızlığıdır. Yoksa devletin yasal meşru kurumlarının global
kurumsallaşması değildir.
Devlet kavramının ne
anlama geldiğini bilmek, devletin tanımlamasını yapabilmek için,
öncelikle kurumların yerli yerine oturtulması lazımdır.
Kurumları yerli yerine oturtamazsanız, asla bir demokratik hukuk devleti
tanımlaması yapamazsınız. Yani herkes hukuk devleti içinde sıralanacak,
hiyerarşik yerini bilecek, herkes hukuksal kurum olacak ve yine herkes
hukuksal haddini bilektir. Bu haddin bilinmemesi, aşılması ya da hukuk
dışı yetkiler kullanılması durumunda bir yasa dışı davranış söz konusu
olacaktır ki; bu durum yine hukuk devleti içinde ceza yaptırımı ile
karşılanmış bir takım suçları oluşturacaktır.
Türkiye'de derin devletin kökeni Teşkilat-ı Mahsusa'ya dayanır. Teşkilat-ı Mahsusa Gayrı nizami Harp için kullanılır. Türkiye Cumhuriyeti'ni, Kurtuluş Savaşı ile kuranlar bu yapının içinden gelen sivil ve asker kişiler olup sayıları 30.000 kadardır.
Çağımızda Türkiye'de adı geçen ve devletin yasal ve anayasal kuruluşları ile bağdaştırılmaya çalışılan derin devlet olgusu ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ilişkilendirilemez.
Derin devlet bir tür yasa dışılıktır.
Hukuk devleti ile
bağdaştırılamaz. Ancak derin yapılanma içinde olanlar işledikleri
eylemleri suç teşkil edeceğinden yargılanmak cezalanmak bakımından hukuk
devleti ile ilinti kurabilirler.
Harbiye Nazırını(savunma
bakanını) tek kurşunla alnından vuran bir kişi hukuk önünde “adam
öldürmek eyleminin sanığı”dır. Hatta bir bakanı görevinden dolayı görevi
esnasında öldürmüş olmak dolayısıyla nitelikli adam öldürmekten
sanıktır; böyle algılamak gerekir. Bunu yapan Yakup CEMİL’e verilecek
tek ceza ordudan bir süre uzaklaştırmak olamaz. Bunu hiçbir çağda hiçbir
devlette hiçbir hukuk ölçüsüne hiçbir adalet idesine, hiçbir hak ve
nasafet anlayışına sığdıramazsınız. İşte bunu kabullenme bu tür
yapılanmaya iktidarların, kişilerin teslimiyeti derin devleti
yaratmaktadır. Sonra bu hukuk dışı hal “demokratik normal” olarak
karşımıza çıkarılmakta ve dayatılmaktadır.
Oysa “hukuk devletinin”
ilkeleri belli kanıtları bellidir. Bunun dışındaki oluşum ve davranımlar
“hukuksuzluk özlemi” ve suçtur. Aynı biçimde hukuk devletinin suç ile
suçlulara karşı nasıl davranacağı da yine hukuk kurallarıyla, önceden
kişilik dışı olarak, genel ve eşit bir biçimde yapılmış yazılmış ve
usulünce yayımlanmıştır.
3-&
Gazeteci Yavuz DONAT dokuzuncu Cumhurbaşkanı Sayın DEMİREL’le görüşüyor©;
DERİN DEVLET;
DEMİREL’E GÖRE DEVLET BOŞLUĞUDUR;(coffule=koful)dur. Bu boşluğu,
“…normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de
bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler... Öyle hissederler
kendilerini... Oysa kimse onlara görev verme…”diği halde görevi
kendilerince devralarak ve yine kendi usul ve yöntemlerince –ki tamamen
hukuk dışı- görev alış yada uygulayışla devlet yönetimini memleketi düze çıkardığını sanma gayreti içinde olan kişilerdir.]
Buna göre derin devletin ortaya çıkışının iki tür ana koşulları bulunmaktadır. Bunlar;
2-Derin Devletin Mündemiç(üzerinde çakılı=buna kerameti kendinden menkullükte diyebiliriz) koşulları
Bakmak lazımdır ki acaba derin devletin ortaya çıkmasının ön koşulları nelerdir?
Bunları da iki ana
başlık altında düşünmek gereklidir. Böyle maddeleyip ayıraçlarla konuyu
irdelediğimizde anlaşılması ve hafızalarda yer tutması sanırım daha bir
kolay olacaktır.
A-olayın Felsefi,
Mevzuatsal koşullarının bulunması lazımdır; bir takım yasaların
bulunması, bu yasalardan kaynaklanan yönetmeliklerin ve diğer uygun
düzenlemelerin olması lazımdır.
B-Fiziksel,
idarecilerin doldurduğu organellerin bulunması, yani anlamı entelize
etmeden anlatmak gerekirse işin daha türkçesi yasal yöneticilerinin
bulunması; bakanının velisinin, hakim savcısının polis ve askerinin
olması lazımdır.
Derin Devletin mündemiç koşulları ise üç türlü kendini ortaya çıkarmaktadır.
A-Normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olmak,
B-Devlet boşluğu anında kendini kurtarıcı zannetmek yada öyle hissetmek,
C-ancak hiç kimse
tarafından, özellikle ve öncelikle hiçbir yasa tarafından, makam mevki
kişi tarafından böyle bir görev verilmemiş olmak.
Bu tür kerameti kendinden
menkul her davranış “hukuk devleti” ile asla bağdaşmaz/bağdaştırılamaz.
Sırf nezaket uğruna bağdaştırmaya çalışmak ise, ne iktidarı elinde
tutanların nede üstte olan üs lerin işi değildir. Bu tarz davranışlar
hukukun tamamen dışındadır. İşlenen eylem Suçsa “suçtur”. Bir hukuk
devletinde hiç kimsenin suç işleme bağışıklığı yoktur. Derinlik
yanılsamasına düşen kim olursaolsun hukukun dışındadır ve suç
işliyordur.
Son Olarak…
DEVLETTE ÇALIŞACAK YASALARI
UYGULAYACAKSINIZ, DERİNDE ÇALIŞIP O YASAL MEŞRU ZEMİNİN DIŞINA TAŞACAK
VE FAKAT YİNE O YASAL HUKUK ZEMİNİNİN BEKASI İÇİN ÇALIŞTIĞINIZI, ADAM
ÖLDÜRDÜĞÜNÜZÜ KURUM VE KİŞİ DEVİRDİĞİNİZİ SÖYLEYECEKSİNİZ. HEM HUKUKU
HEM HUKUKSUZLUĞU HUKUK ADINA YAPTIĞINIZI VARSAYACAKSINIZ; İŞTE DERİNLİK
YANILSAMASININ HUKUK DEVLETİNDEKİ ÇİF YANLI BAĞLAMAZLIĞI BUDUR. BU
SUÇTUR; ÇETECİLİKTİR.. HUKUKU, HUKUK DEVLETİNİ, HUKUKSUZLUK ADINA YOK
ETME GİRİŞİMİDİR. ADI SANI RUTBESİ, CÜPPESİ, KARİYERİ, BÜROKRATİK
MEVKİSİ, HİPOKRATİK TERAKKİSİ, MEKTEBİ MERTEBESİ NE OLURSA OLSUN..!
|
||||
|
TMK m.724'e mesnetle malzeme sahibinin temliken tescil talebinin kabul edilebilmesi için
1- Malzeme sahibi (yapıyı yapan), TMK m.3 anlamında iyiniyetli olmalıdır (tapulu taşınmazlarda iyiniyet iddiasının kabulü olanaklı değildir), 2- Yapının kıymeti, taşınmazın değerinden açıkça fazla olmalıdır, 3- Malzeme sahibi (yapıyı yapan), taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemelidir, 4- Yapının bulunduğu arazi parçası, taşınmazın bir kısmını kapsıyor ise tescile konu olacak yer, inşaat alanı ile zorunlu kullanım alanını kapsayacağından, bu kısmın ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir. (Karar Tarihi : 29.06.2010) "Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 17.07.2007 gününde verilen dilekçe ile tapu iptali tescil, olmadığı takdirde tazminat istenmesi üzerine yapılan muhakeme sonunda; davanın kabulüne dair verilen 29.12.2009 günlü hükmün Yargıtay'ca, duruşmalı olarak incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, tayin olunan 29.06.2010 günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalı vekili ile karşı taraftan davacı vekili geldiler. Açık duruşmaya
Yorumlar
Yorum Gönder