Karışık Yargıtay Kararları
ANLAŞMALI BOŞANMA İÇİN 1 YIL EVLİ OLMAK ŞART
Yargıtay 2. Hukuk
Dairesi boşanma davası açıldığı tarihte 1 yıllık evlilik süreleri dolmayan ve
anlaşmalı boşanan iki çift hakkındaki mahkeme kararlarını bozdu. Yargıtay 2.
Hukuk Dairesinin konuya ilişkin kararları Resmi Gazete`nin bugünkü sayısında
yayımlandı. Karara göre 7 Ekim 2003 yılında evlenen bir çift 9 Mart 2004`te 30
Ekim 2002`de evlenen bir başka çift de 10 Eylül 2003`te boşanma davası açtılar.
Yerel Mahkeme boşanma davasını tarafların boşanma konusunda anlaştıklarına dair
beyanları doğrultusunda kabul etti ve hüküm temyiz edilmeksizin kesinleşti.
Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iki ayrı boşanma davasıyla ilgili yerel
mahkeme kararlarının kanun yararına bozulmasını istedi. Dosyaları görüşen
Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin kararlarında 4271 sayılı Türk Medeni Kanununun
166. maddesinin üçüncü fıkrasında ``Evlilik en az bir yıl sürmüş ise eşlerin
birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi halinde evlilik
birliği temelinden sarsılmış sayılır`` hükmünün yer aldığı anımsatıldı.
Davaların açıldığı tarihlerde çiftlerin evliliklerinde henüz 1 yıllık sürenin
dolmadığının belli olduğu vurgulanan kararlarda 4271 sayılı Kanunun 166.
maddesindeki ``Evlilik birliği ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden
beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa eşlerden her biri boşanma
davası açabilir`` ve ``Bu hallerde davacının kusuru daha ağır ise davalının
açılan davaya itiraz hakkı vardır`` şartlarının oluşup oluşmadığının
araştırılıp sonucuna göre karar verilmesi istendi. Kararlarda bunun yapılması
gerekirken Medeni Kanun`un 166/3. maddesinde öngörülen 1 yıllık süre şartı
gerçekleşmeden tarafların kabulüne dayanarak boşanmaya karar verilmesinin usul
ve yasalara aykırı olduğuna işaret edildi.
T.C.
Y A R G I T A Y
Hukuk Genel Kurulu
S A Y I
Esas Karar
2002/13-1011 2002/1047
“ Anne karnındayken
çocuğun rahatsızlığının hekimlerce tespit edilememiş olmasından sorumluluk ve
zamanaşımı “
Mahkemesi : Ankara 12.Asliye
Hukuk Mahkemesi
Günü : 12.12.2002
Sayısı : 2002/547-600
Davacılar : 1-E.K. 2-K. A. K. velayeten
kendisine asaleten T. K. vekili Av.K.T. Ç.
Davalılar : 1-B. Tedavi
Sa.Hiz.ve İşl.A.Ş. vekili Av.H. H.
2-C.A. vekili Av.S. Ö.-Av.F.H. E.
3-E.C. vekili Av.S. U.
( Aşağıdaki metin özet
olup kararın tamamı değildir. )
Davacılardan E.K.
sigortalı olmasına rağmen doğum öncesi kontrol ve tetkiklerini özel hastane
olan davalılardan B. Ltd.Şti.’ne yaptırdığını diğer davalı doktorlar C.A. ve
E.C.’in kendisini sürekli kontrol altında tuttuklarını sağlıklı bir çocuk
dünyaya getireceğini söylediklerini neticede diğer davacı A.’yı anılan
hastanede dünyaya getirdiğini A.’nın erkeklik organı ve anüsünün bulunmadığını
dışkısını operasyonla torbaya yaptığını ayaklarının hareketsiz olduğunu ve
birçok anormalliklerinin bulunduğunu hamilelik döneminde risk raporunda AFP
değerinin sınırda gösterilmiş olmasına rağmen davalıların konu üzerinde
hassasiyetle durmadıklarının tüm bu olaylara davalıların yanlış tanılarının neden
olduğunu ileri sürerek davacılardan anne E. ve baba T.’nin her birisi için
500.000.000’er milyon küçük A. için 1.000.000.000 TL.manevi tazminat ile küçük
A. için iş göremezlik tazminatı olarak 5.000.000.TL. bakıcı masrafı olarak da
5.000.000.TL. olmak üzere fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak şimdilik
10.000.000.TL. maddi tazminatın ayrıca yapılan masraf nedeni ile de
32.451.008.TL. tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen A.’nın doğum
tarihi olan 31.1.1994 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte ödetilmesine
karar verilmesini istemişlerdir.
Davalılar 7.11.2000 tarihinde açtıkları ek
dava ile de küçük A.’ya sürekli iş göremediği nedeniyle 25.453.344.721 TL.
bakıcı gideri olarak da 47.565.311.629.TL.nın müştereken ve müteselsilen davalılardan
31.1.1994 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tahsiline karar
verilmesini istemiştir.
Davalılar davacı E.’nin tüm kontrol ve
bakımlarının kendi hastanelerinde yapıldığını olayda özensizlik ya da
dikkatsizliğin söz konusu olmadığını bu tür vakıaların çok nadir görüldüğünü
bunda kusurlarının olmadığını savunarak davanın reddini dilemişler açılan ek
davaya karşı da zamanaşımı itirazında bulunmuşlardır.
Mahkemece hasta ile doktorlar arasındaki
ilişkinin vekalet ilişkisi olduğu vekilin özen görevinin bulunduğu hafif
kusurundan dahi sorumlu olduğunu Adli Tıp Genel Kurulu raporuna göre anılan
doktorların olayda 5/8 oranında kusurlu bulundukları diğer davalı hastanenin de
istihdam eden sıfatıyla doktorlarının kusurlarının BK.55 maddesi hükmünce
sorumlu olduğu Adli Tıp Kurumunun 3.İhtisas Dairesinden 8.12.1999 tarihinde
alınan raporlarda da küçük A.’nın %100 oranın da meslekte kazanma gücünü
kaybetmiş olduğunun anlaşıldığını zamanaşımı başlangıcının bu rapor tarihi
olduğu bu tarih ile ek dava tarihi arasındaki sürenin bir yıldan az olduğu o
nedenle zamanaşımı itirazının kabul edilmediği gerekçe gösterilmek ve hesap
bilirkişilerinin rapor ve ek raporları da esas alınmak suretiyle asıl davanın
ve birleşen ek davanın tamamının kabulüne karar verilmiş; hüküm davalılar
tarafından temyiz edilmiştir.
1-Dosyadaki yazılara kararın dayandığı
delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delilerin takdirinde
bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalıların asıl dava ile ilgili bütün
temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Birleşen ek dava ile ilgili temyiz
itirazlarının incelenmesinde; 31.1.1994 tarihinde doğan küçük A.’nın gerek dava
dilekçesindeki açıklamalardan ve gerekse dosya içindeki bilgi belge ve
özellikle bilirkişi raporları içeriğinden uzuvlarında bir kısım noksanlıkların
bulunduğu bu noksanlıkların basit bir fiziki muayene ile görülebileceği
anlaşılmaktadır. Davacılar zararın varlığından niteliğinden ve esaslı
unsurlarından doğumla birlikte haberdar olduklarına göre bu zararın hesaplanması
yönünde gerekli veri ve şartlarında o tarihte mevcut olduğunun kabulü gerekir.
Dolayısıyla zararın öğrenildiği 31.1.1994 tarihinden itibaren vekalet görevini
ifada kusurlu davranan davalı doktorlar açısından ve gerekse diğer davalı B.
Sağlık Hizmetleri A.Ş. açısından ek davanın açıldığı 7.11.2000 tarihi
itibariyle BK. 126/4 maddesinde öngörülen 5 yılık zamanaşımı süresi dolmuştur.
Ek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı
şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı
gerektirir...”) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekleyeniden
yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalılar
vekilleri
HUKUK GENEL KURULU
KARARI
Yerel mahkeme önceki
kararında taraflar arasındaki ilişkiyi vekalet hükümleri içerisinde ele alıp
davalıların kusurları konusundaki değerlendirmesini buna göre yapmış; buna
karşılık zamanaşımı süresinin B.K. nun 46 ve 60. maddeleri uyarınca küçük
A.’nın fonksiyon kaybına ilişkin Adli Tıp Kurumu raporunun alındığı 8.12.1999
tarihinde başlayacağını kabul etmek suretiyle zamanaşımı yönünden uyuşmazlığa
haksız fiil hükümlerini uygulamıştır. Aynı çelişki direnme kararının
gerekçesinde de tekrarlanmıştır.
Yüksek Özel Daire ise bozma kararında
açıklandığı gibi gerek kusur ve gerekse zamanaşımı süresi ile bunun başlangıç
tarihinin vekalet sözleşmesine ilişkin yasa hükümleri çerçevesinde belirlenmesi
gerektiği görüşündedir.
Görüldüğü üzere davacı E. ile davalılar
arasındaki ilişkinin vekalet hükümlerine tabi bulunduğu konusunda yerel mahkeme
ile öze daire arasında uyuşmazlık yoktur
Gerçekten de B.K. nun
386/2. maddesi hükmü uyarınca diğer iş görme sözleşmeleri hakkındaki yasal
düzenlemelere tabi olmayan işlerde vekalet hükümleri geçerlidir. Yerel Mahkeme
ile Yüksek Özel Daire arasındaki uyuşmazlık zamanaşımı süresi ile bunun
başlangıç tarihinin belirlenmesinde vekalete ilişkin düzenlemelerin mi yoksa
haksız fiile ilişkin kuralların mı esas alınacağı zamanaşımı süresinin hangi
tarihte başlayacağı noktasındadır.
Dava davalı doktorların
vekillik sözleşmesinden kaynaklanan özen borcuna aykırı davrandıkları iddiasına
dayalıdır. Hemen belirtilmelidir ki vekil vekalet görevini yerine getirirken
yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değilse de bu sonuca ulaşmak için
gösterdiği çabadaki özen eksikliğinden dolayı sorumluluk altındadır. Eğer bu
özen eksikliği nedeniyle müvekkil bir zarara uğramış ise vekilin tazminat
sorumluluğu gündeme gelecektir. Vekil müvekkil ilişkisinde vekilin özen ve sadakat
borcuna aykırı davranışının bir zarar doğurduğu müvekkilin buna dayanarak
tazminat talep etme hakkını kazandığı durumlarda müvekkilin tazminat isteme
hakkının doğacağı ve dolayısıyla zamanaşımı süresinin başlayacağı tarihin
müvekkilin söz konusu zararın varlığını öğrendiği tarih olacağı açıktır.
Bu noktada zarar
kavramı üzerinde kısaca durulmasında yarar bulunmaktadır:
Bilindiği üzere bazı
hallerde gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından
gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir
açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda zarar görenin uğradığı zararın
varlığını zarar verenin kim olduğunu kapsam ve miktarının neden ibaret
bulunduğunu öğrendiği andan itibaren zarar verenden bunun tazminini isteme
hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte
başlayacağı açıktır.
Buna karşılık birçok halde durum bu kadar açık
değildir.
Hukukun karmaşık
sorunlarından bazıları da işte bu noktada ortaya çıkmaktadır:
İlk sorun zarar verenin
belirli olmadığı durumlara ilişkindir. İkinci olarak zarar veren belli
bulunmakla birlikte onun verdiği zararın zarar görence hangi tarihte
öğrenildiğinin belirlenmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Buna bağlı olarak burada
sözü edilen şekilde “ zararı öğrenme” kavramının içeriği başka bir sorun
oluşturmaktadır: Zararın öğrenilmesi salt zararın varlığından haberdar olunması
anlamında mıdır yoksa verilen (uğranılan) zararın kapsam ve miktarının da zarar
görence tam olarak bilinmesi bir koşul olarak aranacak mıdır? Nihayet zararın
ilk oluştuğu şekliyle kalmayıp geçen zaman içerisinde artarak dolayısıyla
nitelik kapsam ve miktar itibariyle değişerek devam ettiği durumlarda zarar
görenin bunun varlığını hangi tarihte öğrenmiş sayılacağı sorunu gündeme gelmektedir.
Somut olay bakımından
önem taşıyan sorun vereni belli olan zararın zarar görenlerce ne zaman
öğrenildiğinin nasıl belirleneceğidir. Bu sorunun doğru olarak çözülmesi son
derecede önemlidir. Bu noktadayukarıdaki açıklamaya uygun şekilde ikili bir
ayırım yapılmalıdır:
Zarar verici işlem veya eylemin niteliğine ve
doğan zararın yapısına göre eğer işlem veya eylem sonucunda doğan zarar
üzerinden geçen zaman içerisinde ilk doğduğu şekliyle (sonradan herhangi bir
şekilde değişmeksizin) varlığını sürdürüyorsa zarar görenin salt bu zararın
varlığını öğrenmiş olması ona dayalı tazminat isteme hakkının doğması ve
dolayısıyla bu hakkına ilişkin talebi yönünden zamanaşımı süresinin de
başlaması için yeterli olacaktır. Yargıtay’ın istikrar kazanmış kararlarında
böyle durumlarda zarar görenin salt zararın varlığını öğrenmesi yeterli kabul
edilmekte; ayrıca zararın kapsam ve miktarının da öğrenilmiş olması zamanaşımı
süresinin başlaması yönünden bir koşul olarak aranmamaktadır: Bu kararlara göre
zararı öğrenme zararın kapsamını öğrenme ile eş anlamda olmayıp yalnızca genel
olarak ona neden olan işlem veya eylemin zararlı sonuçlarını öğrenme demektir.
Buna karşılık ortaya çıkan zarar kendi özel
yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor kısaca zararı doğuran
eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir
değişiklik ortaya çıkıyor ise artık “gelişen durum” ve dolayısıyla gelişen bu
durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler
(zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hallerde zararın kapsamını
belirleyecek husus gelişmekte olan bir durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe
zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen
durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye
başlayacaktır (Bu yoldaki Yargıtay kararlarına örnek olarak 4.Hukuk Dairesinin
13.5.1980 gün ve 1980/3493-6206 sayılı; 26.1.1987 gün 1986/7532 esas 1987/485
karar sayılı kararı).
Bu açıklamalar çerçevesinde somut olaya dönüldüğünde;
davalı vekillerin özen borcuna aykırı davranışlarının doğurduğu zararın davacı
küçük A.’nın doğumu anında bütün unsurları ile ortaya çıkmış bulunduğunun
kabulü gerekmektedir. Zira yukarıda ayrıntılarıyla değinilen anomalilere bağlı
olarak bazı uzuvların hiç mevcut olmadığı bazılarının da yeterli fonksiyona
sahip bulunmadığı doğum anında bellidir. Bunların tamamının veya bir kısmının
teşhis edilebilmesi buna bağlı olarak zararın davacılar tarafından
öğrenilebilmesi ve tazminat davasının açılabilmesi için doğumun üzerinden
belirli bir zamanın geçmesi ve gelişen bir durumun tamamlanmasının beklenmesi
gerektiğini gösteren herhangi bir delil yoktur.
O halde zararın
tazminine ilişkin her türlü talep ve dava hakları yönünden yasal zamanaşımı
süresinin 31.1.1994 doğum tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Başlangıç tarihi bu şekilde belirlenen
zamanaşımının süresine gelince: B.K.nun 126/4. maddesine göre vekalet akdinden
doğan davalar beş yıllık zamanaşımı süresine tabidir.Bu duruma göre 27.1.1995
günü açılan asıl dava zamanaşımı süresi içerisinde 7.11.2000 günü açılan ek
dava ise bu süre geçtikten sonra açılmıştır.
Hal böyle olunca yerel mahkemece aynı yönlere
işaret eden bozmaya uyularak ek davanın zamanaşımı yönünden reddine karar
verilmesi gerekirken hukuksal nitelendirmede yanılgı ve çelişkiye düşerek
direnme hükmü kurulması usule ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle
bozulmalıdır.
KARŞI OY YAZISI
Bilindiği gibi zamanaşımı; bir borcu doğuran
değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp doğmuş ve var olan bir hakkın
istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Zamanaşımı alacağın
varlığını değil istenebilir olmasını ortadan kaldırır. Başka bir anlatımla
alacak hakkının belli bir süre içinde kullanılmaması yüzünden “dava edilebilme”
niteliğinden yoksun kalmasıdır. Bir hak istenebilir duruma gelmedikçe
zamanaşımı süresi işlemeye başlamaz. Zamanaşımı süresinin başlaması şu
koşulların birlikte oluşması ile mümkün olur. Zararın zarar veren failin ve
olaydaki kusur durumunun kesin ve açık biçimde belirlenip öğrenilmiş olmasını
gerektirir. Bu olgular (unsurlar) kesin olarak belirlenmedikçe zamanaşımı
süresinin işlemeye başladığından sözedilemez.
Davacı küçük A.’nın
zararının oluşmasında davalı doktorlar C. ve E.’in 5/8 oranında kusurlu bulundukları
Adli Tıp Genel Kurulunun 11/3/1999 tarihli raporu ile belirlenip kesinlik
kazanmıştır. Küçük A.’nın doğduğu tarihteki görünen eksiklik ve sakatlıklarının
yapılacak ameliyat ve tedavilerle tamamen giderilmesi ya da kısmen düzeltilmesi
tıbben mümkün olduğundan küçük A.’nın doğum anındaki zararının basit bir fiziki
muayene ile öğrenilmesi de mümkün değildir. Çocuğun yapılan operasyonlar
sonucunda meslekte kazanma gücünü %100 oranında kaybetmiş olduğu Adli Tıp
Kurumu 3. İhtisas Dairesinin 8/12/1999 tarihli raporu ile kesinlik kazanmıştır.
(Davacıların zararının niteliği ile zararın hesaplanması için gerekli veriler
bu raporlar ile ortaya çıkmıştır.)
Küçük A.’nın doğduğu
andaki durumu iyileştirilmesi için yapılmış olan ve bazıları yukarıda açıklanan
tıbbi tedavi ameliyat ve operasyonlara göre küçük A.’nın bedensel sağlığı ve
cismani zararı ile ilgili olarak gelişen bir durumu bulunmaktadır. Çocuğun
vücut bütünlüğündeki kaybının ne olduğu buna bağlı olarak da zararının ne
olacağı tedavileri sonucu Adli Tıp Kurumundan alınan bilimsel ve teknik
görüşleri içeren kesin raporlar ile ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla açılan ek
davada zamanaşımı süresinin başlangıç tarihi gelişen durumun sona erdiği kesin
raporun alındığı 08.12.1999 tarihine kadar uzamıştır. Sürenin uzamasına
(gecikmesine) tedavilerin sürmesi ve kesin raporun alınamamış olması neden
olmuştur. Ek dava küçük A.’nın kesin raporunun alındığı 08.12.1999 tarihini
izleyen 1 yıllık süre içinde 07.11.2000 tarihinde açıldığına göre davanın
zamanaşımına uğradığından söz edilemez
Açıklanan nedenlerle; ek davanın zamanaşımına
uğradığı gerekçesiyle mahkeme kararının bozulması yolundaki sayın çoğunluğun
görüşüne katılamıyorum
AHZU KABZ YETKİSİ
[*]DAVAYA VEKALET [*]VEKALET
_______________________________________________
HG 00 Esas : 2001/11-662 Karar: 2001/000697
Tarih: 10.10.2001
Vekilin hükmolunan şeyi
alabilmesi için vekaletnamesinde özel bir ahzu kabz yetkisinin bulunması
gerekir. Vekil bu ahzu kabz yetkisine dayanarak hükmolunan şeyi ilamların
icrası yoluyla icra dairesi aracılığı ile tahsil edebileceği gibi icra dairesi
dışında da tahsil edip borçluya makbuz verebilir. Dava için verilen genel
vekaletteki ahzu kabz yetkisi vekili müvekkilin davayla ilişkisi olmayan
alacaklarını tahsil ve bankadaki hesabından para çekme hususunda yetkili
kılmaz.
(818 s. BK. m. 388)
(1086 s. HUMK. m. 60 61 62 63)
Taraflar arasındaki
"alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 2.
Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 13.6.2000 gün ve 2000/244
E- 559 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi
üzerine Yargıtay 11. Hukuk Dairesi'nin 18.12.2000 gün ve 2000/8776-10227 sayılı
ilamiyle; (...Davacı vekili müvekkilinin Mehmet Gölbeyoğlu'nun keşide ettiği
çekin hamili olduğunu keşideci hakkında Asliye Ceza Mahkemesince verilen
mahkumiyet kararı sonrasında cezanın düşmesi için çek bedelinin keşideci
tarafından davalı bankaya bloke edildiğini çek aslını da ibraz eden müvekkiline
banka tarafından ödeme yapılmadığını ileri sürerek 436.000.000 liranın %70
reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili davacı
şirket yetkilisinin yetkisini gösteren belgelerle müvekkiline başvurmadığını
davacı vekilinin de vekaletnamesinin genel vekaletname olup çek bedelini tahsil
konusunda yetkisi bulunmadığından vekile de ödeme yapılmadığını müvekkiline de
usulünce başvuru olmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece; iddia
savunma ve dosya kapsamına göre davalı bankanın muteber bir çekten dolayı çek
bedelini davacı vekiline ödememesinin hukuka uygun bulunmadığı vekaletnamede
özel yetki bulunmadığına ilişkin savunmanın kabul edilemeyeceği ibraz halinde
çek bedelini ödemekle yükümlü bulunan davalı bankanın ödemeden kaçınmasının onu
temerrüde düşürdüğü gerekçesiyle 295.000.000 TL ve gecikme faizi tutarı olan
141.000.000 TL olmak üzere toplam 436.000.000 TL nin davalıdan alınıp davacıya
verilmesine 295.000.000 TL asıl alacağa 13.03.2000 dava tarihinden itibaren
reeskont oranında faiz-uygulanmasına karar verilmiştir.
Kararı davalı vekili
temyiz etmiştir.
1. Dava dosyası
içindeki bilgi ve belgelere mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin
tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına
göre davalı vekilinin aşağıdaki bent dışında kalan sair temyiz itirazlarının
reddine karar vermek gerekmiştir.
2. Davacı vekili davalı
banka nezdinde davacı adına yatırılan paranın genel vekaletname ile vekil
kılınan şahsa ödenmemesi nedeniyle hesaptaki paranın faiziyle birlikte
tahsilini istemiştir. Davacı şirket yetkilisi İstanbul 22. Noterliği tarafından
düzenlenen vekaletname ile avukat Azmi İsler'i vekil tayin etmiştir.
Vekaletname dava açma ve takip etme yetkisini içeren genel vekaletname olup
bankacılık işlemleri yapma konusunca bir yetki içermemektedir. Davacı şirket
vekilinin anılan vekaletname ile davalı bankadan davacı adına para çekme
yetkisi bulunmadığından davalı bankanın davacı adına yatırılan parayı
ödememesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Bu nedenle dava tarihine kader
işlemiş faizden davalı bankanın sorumlu tutulması doğru görülmemiş hükmün bu
nedenle davalı yararına bozulması gerekmiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya
yerine çeri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki
kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU
KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca
incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve
dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Mahkemece davacı şirket
vekilinin vekaletnamesindeki ahzu-kabz yetkisine dayanılarak davanın kabulü
gerektiği yönündeki ilk kararında direnilmiş bulunmaktadır.
Davacı şirket vekilinin
davalı bankadan müvekkili adına depo edilmiş parayı çekmek için kendisine dava
ve icra takipleri konusunda verilen ve ahzu-kabza ilişkin yetkiyi de içeren
vekaletname ile bankaya başvurduğu anlaşılmaktadır.
BK.nun 388 nci
maddesinin 1 ve 2 nci fıkralarına göre vekalet akdinin kapsamı sözleşme ile
açıkça belirlenmemiş ise ilgili olduğu işin niteliğine göre belirlenmesi
gerekli olup vekalet vekilin üzerine aldığı işin yapılması icap eden hukuki
tasarrufları ifa yetkisini kapsar.
Davaya vekalette ise bu
vekaletin kapsamı özel olarak HUMK.nun 60-63 ncü maddeler arasında düzenlenmiş
olup bu düzenlemeye göre vekilin hükmolunan şeyi alabilmesi (tahsil edebilmesi)
için vekaletnamesinde özel bir ahzu kabz yetkisinin bulunması gerekir. Vekil bu
ahzu kabz yetkisine dayanarak hükmolunan şeyi ilamların icrası yoluyla icra
dairesi aracılığı ile tahsil edebileceği gibi icra dairesi dışında da tahsil
edip borçluya makbuz verebilir.
Dava için verilen genel
vekaletteki ahzu kabz yetkisi vekili müvekkilin davayla ilişkisi olmayan
alacaklarını tahsil ve bankadaki hesabından para çekme hususunda yetkili
kılmaz. Bu husus öğretide de aynen benimsenmektedir. (Bak. Prof. Dr. Haluk
Tandoğan Borçlar Hukuku Özel Borç ilişkileri Dördüncü basım cilt:II Sh. 406
Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü altıncı baskı cilt;2 sh: 1292)
Dava konusu olayda ise
davacı vekili dava konusu alacağın temelini teşkil eden çeke ilişkin ceza
davası sebebi ile avukat olarak müvekkili alacaklı şirketi ceza davasında
temsil etmiş ise de bu mahkemenin kararında çek bedelinin bankadan tahsili
hakkında bir hüküm bulunmamaktadır. Kaldı ki davanın konusunu teşkil eden para
bankaya bir mahkeme kararı gereğince depo edilmiş bir para da değildir.
Borçlunun mahkumiyet hükmünden kurtulabilmek için alacaklı adına davalı bankaya
depo ettiği paranın tahsil yetkisi dava için verilen vekaletnamedeki ahzu-kabz
yetkisi dışındadır.
Bu durumda mahkemenin
avukatın vekaletnamedeki ahzu-kabz yetkisine dayanarak davanın devam etmesi
isabetsiz olduğu gibi yasal dayanaktan yoksun bir gerekçe teşkil eden avukatlık
saygınlık ve güvenirliliğine dayalı kabul gerekçesi de yerinde görülmediğinden
usul ve yasaya aykırı olan direnme kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Davalı temyiz
itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve
yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince
BOZULMASINA istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 10.10.2001
gününde oybirliği ile karar verildi.
Tarih - Esas No - Karar
No
Konu
T. 05.12.2003
E. 2003/279
K. 2003/395
* Avukatın icra
takibine dahil edilmesi
* Baroya bilgi verme yükümlülüğü
* Tebligatın avukata çıkarılması
( Av. Meslek Kuralları
m. 27; Tebligat K. m. 11)
Şikayetli avukatların
müvekkilleri adına borçlu ve borçlu vekili olarak şikayetçi avukat aleyhinde
başlattıkları icra takibinde Avukatlık Meslek Kuralları’nın 27.maddesi uyarınca
Baro Başkanlığına bildirimde bulunmadıkları meslek kurallarını çiğnedikleri
iddiası ile başlatılan disiplin kovuşturması sonunda Baro Disiplin Kurulunca
eylemin disiplin suçunu oluşturmadığı kabul edilerek her iki şikayetli avukat
hakkında “disiplin cezası tayinine yer olmadığına” karar verilmiştir.
Dosya içinde ki takip talebi ve 49 örnek no’lu
ödeme emri incelendiğinde şikayetli avukatların borçlu kısmında borçlu asili ve
borçlu asil vekili olarak şikayetçi avukatı yazmış oldukları ve borçlu asil
vekili olarak gösterilen kısımda ise ayrıca “Tebligat içindir” diye şerh düşmek
suretiyle şikayetçi avukatın borçlu vekili olarak icra takibine dahil
edildiğini bildirdikleri anlaşılmaktadır.
Tebligat Yasası’nın 11.maddesine göre “Vekil
vasıtası ile takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır.” Şikayetliler
şikayetçinin vekil olarak takip ettiği işte icra takibine hem borçlu asili hem
de borçlunun vekili şikayetçiyi dahil etmişlerdir. İcra takibinde borçlu vekili
olan şikayetçinin gösterilmesi ve tebligatın da vekile çıkarılması yukarıda ki
yasa hükmü gereğidir. Kaldı ki şikayetli avukatlar gerek icra takip talebinde
gerek ödeme emrine şikayetçinin dahil edilmesini tebligatın Tebligat Yasası’nın
11.maddesindeki zorunluluk nedeniyle olduğunu göstermek amacı ile şikayetçi avukatın
hanesine “Tebligat İçindir” diye şerhi de düşmüşlerdir.
Bu durumda şikayetli avukatlar şikayetçiyi
Tebligat Yasası’nın 11.maddesi hükmüne uygun olarak borçlu asilin vekili sıfatı
icra takibinde göstermiş olmaları sebebiyle şikayetçi avukatın şahsı aleyhinde
icra takibi yapıldığı düşünülemeyeceğinden Baroya bilgi verme yükümlülüğünden
de bahsedilemez.
Bu nedenlerle Baro Disiplin Kurulu’nun yaptığı
hukuksal değerlendirme isabetli bulunmuş kararın onanması gerekmiştir.
Sonuç olarak itirazın reddi ile Samsun Barosu
Disiplin Kurulu’nun her iki şikayetli avukat hakkında verdiği “disiplin cezası
verilmesine yer olmadığına” ilişkin kararının onanmasına oybirliği ile karar
verildi
Karışık Yargıtay
Kararları BOŞANMA DAVASINDA MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT
Daire:2
Tarih:2003
Esas No:2003/2606
Karar No:2003/529
Kaynak:Yargıtay
internet sitesi
İlgili
Maddeler:TMK.166174 186743/m.1341 43152
İlgili
Kavramlar:BOŞANMA DAVASINDA MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT
T.C.
YARGITAY
2.HUKUKDAİRESİE.
E.2003/2606K. 2003/529
T. 10.4.2003
BOŞANMA DAVASINDAN
SONRAKİ OLAYLAR ( Boşanma Davasından Sonraki Olayların Hükme Esas Alınmaması )
EVLİLİK DIŞI İLİŞKİ ( Başka Kadınla İlişkisi
Olan Kocanın Tam Kusurlu Olması )
MADDİ TAZMİNATIN ŞARTLARI ( Boşanmakla En
Azından Eşinin Desteğini Yitirmek Suretiyle Mevcut ve Beklenen Menfaati
Haleldar Olan Kusursuz Eş Lehine Uygun Bir Maddi Tazminata Hükmolunması Lüzumu
)
MANEVİ TAZMİNATIN ŞARTLARI ( Boşanmaya
Sebebiyet Veren Olaylar Kabahatsiz Tarafın Şahsiyet Haklarını Haleldar Etmişse
Talep Varsa Uygun Bir Miktar Tazminata Karar Verilmesinin Gerekmesi )
YOKSULLUK NAFAKASI ( Boşanmakla En Azından
Eşinin Desteğini Yitirmek Suretiyle Mevcut ve Beklenen Menfaati Haleldar Olan
Kusursuz Eş Lehine Uygun Bir Maddi Tazminata Hükmolunması Lüzumu) 4721/m.
166174 186743/m.1341 43152
ÖZET : 1-Davadan sonraki olaylar hükme esas
alınamaz.
2-Başka kadınla ilişkisi olan koca olayda tam
kusurludur.
3-Boşanmakla en azından
eşinin desteğini yitirmek suretiyle mevcut ve beklenen menfaati haleldar olan
kusursuz eş lehine uygun bir maddi tazminata hükmolunmalıdır.
4-Boşanmaya sebebiyet veren olaylar kabahatsiz
kadın veya kocanın şahsi menfaatlerini ağır surette haleldar etmişse talep
varsa boşanma ile birlikte tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına uygun bir
miktar tazminata da hükmetmek gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan
muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası
gösterilen hüküm maddi-manevi tazminat ve yoksulluk nafakası yönünden temyiz
edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : 4722 sayılı
kanunun 1.maddesi hükmü de dikkate alındığında olaya 743 sayılı Türk Kanunu
Medenisi hükümlerinin uygulanması gerekir.
1-Davadan sonraki olaylar hükme esas alınamaz.
Boşanmaya neden olaylarda başka kadınla ilişkisi bulunan davalı koca tamamen
kusurludur.Medeni Kanunun 143/1. maddesi ( 4721 S. TMK. 174/1 )mevcut ve hatta
muntazar ( beklenen ) bir menfaati boşanma yüzünden haleldar olan kabahatsiz
karı veya kocanın kabahatli olan taraftan maddi tazminat isteyebileceğini 152.
maddesi de evin seçimi karı ve çocukların uygun biçimde geçindirilmesinin
kocaya ait olduğunu öngörmüştür. Toplanan delillerden boşanmaya sebep olan
olaylarda kadının hiçbir kusurunun olmadığı anlaşılmaktadır. Boşanma sonucu
kadın en az eşinin desteğini yitirmiştir. O halde mahkemece tarafların sosyal
ve ekonomik durumları ile hakkaniyet ilkesi ( MK.Md4 ) dikkate alınarak kadın
yararına uygun miktarda maddi tazminat verilmelidir. Bu yönün dikkate
alınmaması doğru görülmemiştir. Medeni kanunun 143/2. maddesi boşanmaya
sebebiyet vermiş olan hadiseler kabahatsiz karı veya kocanın şahsi
menfaatlerini ağır bir surette haleldar etmiş ise hakimin manevi tazminata
hükmedebileceğini öngörmüştür. Toplanan delillerden evlilik birliğinin
temelinden sarsılmasına sebep olan olaylarda kadının hiçbir kusurunun olmadığı
karşı taraf ise tam kusurlu olup kişilik haklarına ağır saldırı teşkil
etmektedir. O halde mahkemece tarafların sosyal ve ekonomik durumları tazminata
esas olan fiilin ağırlığı ile hakkaniyet kuralı ( MK Md.4 ) dikkate alınarak
kadın yararına uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekir. Bu yönün
dikkate alınmaması doğru görülmemiştir.
2-Mevcut mal varlığının
değerlendirilmesinde davacıyı yoksulluktan kurtaracak nitelikte bulunmadığı anlaşıldığından
davacı yararına uygun yoksulluk nafakası takdiri gerekirken yanlış
değerlendirme ve yazılı gerekçelerle yoksulluk nafakası talebinin reddi de
kanuna aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Hükmün 1. ve 2.
bentte gösterilen nedenlerle BOZULMASINA temyiz peşin harcının yatırana geri
verilmesine oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY 2.HUKUK
DAİRESİ
Tarih: 26.6.2003 Esas: 2003/9008 Karar:
2003/9662
Boşanma Davalarında
Eşlerden Birinin Yerleşim Yeri veya Son Defa Altı Aydan Beri Birlikte Oturdukları
Yer Mahkemesi Yetkilidir
Özet:Boşanma davaları eşlerden birinin
yerleşim yeri veya davadan önce son defa altı aydan beri birlikte oturdukları
yer mahkemesinde açılabilir. Davacının memur olarak çalıştığı yer yerleşim yeri
olamaz. Nüfusa kayıtlı olunan yer yerleşime karinedir. Boşanma davası davacının
nüfusa kayıtlı olduğu yerde açılmış olduğundan yetki itirazının reddi gerekir.
- 1086 sayılı HUKUK
USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU m.923
- 1587 sayılı NÜFUS KANUNU ( MÜLGA ) m.4
- 4721 sayılı TÜRK MEDENİ KANUNU m.168
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi
sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği
görüşülüp düşünüldü.
Boşanma davalarında yetkili mahkeme eşlerden
birinin yerleşim yeri veya davadan önce son defa altı aydan beri oturdukları
yer mahkemesidir. (TMK. md. 168)
Davacı Bafra ilçesi nüfusuna kayıtlıdır.
Davacının memur olarak çalıştığı yer onun yerleşim yeri olamaz. Nüfus Kanununun
4. maddesine göre nüfusa kayıtlı olunan yer yerleşim yerine karinedir. Boşanma
davası davacının yerleşim yerinde açılmıştır.
O halde yetki itirazının reddine karar verilip
işin esasının incelenmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve
yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Temyiz olunan hükmün gösterilen nedenle
BOZULMASINA temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine oybirliğiyle karar
verildi. 26.6.003.
DESTEKTEN YOKSUN KALMA
TAZMİNATI
_______________________________________________
HD 11 Esas : 1974/001820 Karar: 1974/001686
Tarih: 18.05.1974
Borçlar Yasasının 45/2
. madde ve fıkrası hükmü uyarınca ölüm neticesi olarak diğer kimseler ölenin
yardımından mahrum kaldıkları takdirde onların bu zararlarının karşılanması
(tazmin edilmesi) gerekir. Zarar yoksa tazmin yükümlülüğü (mükellefiyeti)
doğmaz.
Ölenin mesileği ve
formasyonu ve buna ilşik davacılar tarafından getirilen belgeler gözönünde
tutularak kazancının belli sürelerde artacağı düşünlmek suretiyle bunuun
tesbiti ve davacılar yönünden destekten yoksun kalma tazminatının hesap
ettirilmesi gerekir.
Evladın ihtiyacı olmasa
dahi ana va babasına yardım yapması hayatın alışılmış gerekelerine göre doğal
ve ahlaki bir ödevdir. Bu nedenle bir kimsenin ana ve babasına kazanç
sağlayamayacağı bir tarih var sayılarak o tarihe kadrar ölenin yardım
yapmayacağının kabulü isabetisizdir.
Mahrum kalınan yardım
miktarının tesbitinde davacının yalnız içinde bulunduğu hayat standadı değil
yarımı yapacak olanın kazancının artması ve ödeme olanağının fazlaşması
unsurlarıda gözönüne alınmalıdır.
(818 s. BK. m. 45/2)
Taraflar arasındaki
davadan dolayı Karşıyaka Asliye 1. Hukuk Hakimliğince verilen 05/02/1974 tarih
ve 477/44 sayılı hükmün temyizen tetkiki davacılar avukatı tarafından istenmiş
ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki
kağıtlar okundu; gereği konuşulup düşünüldü:
Davacılar vekili
müvekkillerinin müşterek oğulları Dr. A. H.ın davalı işletmeye ait Karşıyaka
Şubesinden aldığı biletle şoför R.Ö. idaresindeki davalı işletmeye ait otobüste
İzmir’den Ankara’ya gitmekte iken şoförünün dikkatsizlik ve tedbirsizliği
sonucu kamyona çarparak A.ın ölümüne sebep olduğunu belirterek A.H. ın
desteğinden mahrum kalan anne ve babası olan müvekkilleri için 125 er bin lira
maddi ve 25 er bin lira manevi tazminatın tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı sadece yetki
itirazında bulunmuştur.
Mahkemece müteveffa
A.H. ın davalıya ait otobüs terminali Karşıyaka Şubesinden bilet satın alıp
Ankara’ya gitmek üzere davalı ile bir nakliye sözleşmesi yaptığı ve aktin
yapıldığı Karşıyaka Mahkemesinin de davayı ruyete yetkili bulunduğu tespit
edildiğinden davalı vekilinin yetki itirazının reddine mütehassıs
bilirkişilerin mufassal ve gerekçeli raporlarından davacıların mali durumları
ve müteveffadan kendilerine intikal eden miras nedeniyle destekten yoksun kalmadıkları
anlaşıldığından davacıların hukuki ve kanuni mesnetten yoksun olan maddi
tazminat taleplerinin reddine davacıların duyduğu elem ve teessür karşılığı
olarak H.H. için (2.5.000) lira ve N.H. için (25.000) lira olmak üzere toplam
(50.000) lira manevi tazminatın davalıdan alınarak davacılara verilmesine karar
verilmiştir.
Hüküm davacılar
tarafından temyiz edilmiştir.
1 - Borçlar Kanununun
45 inci maddesinin 2 inci fıkrası hükmü gereğince ölüm neticesi olarak diğer
kimseler müteveffanın yardımından mahrum kaldıkları taktirde onların bu
zararının tazmin edilmesi gerekir. Gerçekten bütün haksız eylemlerde olduğu
gibi bir zarar mevcut değilse o takdirde tazminat mükellefiyeti doğmaz. Bu
itibarla olay neticesinde zarara karşılık miras yoluyla kazanılan eşit veya
daha fazla ise bir zarar söz konusu olmaz. Bu sebeple ilkesi yönünden
davacıların diğer temyiz itirazları yerinde değildir.
2 - Ancak mahkemenin
kararına mesnet yaptığı bilirkişi raporunda davacıların oğlunun doktor olması
sebebiyle olay tarihindeki aylık kazancının (4.000) lira olarak kabul edildiği
ve fakat babasına on yıl annesine 18 yıl yaşama süreleri içinde bu kazancın
artması olanağının bulunduğunun nazara alınmadığı anlaşılmaktadır. Bu bakımdan
ölenin mesleği ve formasyonu ve bu hususta davacılar tarafından ibraz edilen
belgeler gözönünde tutularak kazancının belli sürelerde artacağı gözönünde
bulundurularak bunun tespiti her iki davacı yönünden destekten yoksun kalma
tazminatının hesap ettirilmesi gerekir.
Bundan başka bir
kimsenin ana ve babasına kazanç sağlayamayacağı bir tarih farzedilerek o tarihe
kadar ölenin yardım yapmayacağını kabulünde de isabet görülmemiştir. Bir
evladın ihtiyacı olmasa dahi ana ve babasına yardım yapması hayatın mutad
icaplarına göre doğal ve ahlaki bir ödevdir. Bu yardımın mutlaka geçimi
sağlamaya müteveccih olması da gerekmez. Mahrum kalınan yardım miktarının
tespitinde davacı tarafın yalnız içinde bulundukları hayat standardına göre
değil yardımı yapacak olanın kazancının artması ve ödeme olanağının fazlalaşması
unsurları da nazara alınmalıdır.
Sureti kabule göre de
bilirkişi raporunda ananın (15.000) lira zararı olduğu belirtildiği bunun dahi
gözönünde tutulmaması doğru değildir.
SONUÇ : Yukarda 1 inci
bentde açıklanan sebeplerden dolayı davacıların sair temyiz itirazlarının
reddine ve 2 inci bentde yazılı sebeplerden dolayı hükmün davacılar lehine
BOZULMASINA ödediği temyiz peşin harcının isteği halinde temyiz edene iadesine
18/05/1974 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY 3.HUKUK
DAİRESİ
Tarih: 4.10.2005 Esas: 2005/10426 Karar:
2005/9473
Ecrimisil Davaları
Malik Tarafından Açılabileceği Gibi Zilyet (Tapu Tahsis Belgesi Sahibi)
Tarafından da Açılabilir
Özet:Tapu tahsis belgesi sahibi olan davacı
maliki bulunduğu taşınmazı davalı kurumun yayın araçları yerleştirmek suretiyle
işgal ettiğini ileri sürerek ecrimisil talebinde bulunmuştur. Taşınmaz maliki
ecrimisil talep edebileceği gibi taşınmaza zilyet olan tapu tahsis belgesi
sahibi de bu yönde talepte bulunabilir. Kanun koyucu gaspa karşı fiili zilyedi
korumaktadır. Buna rağmen tapu tahsis belgesinin mülkiyet hakkı vermediği
gerekçesi ile davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
- 4721 sayılı TÜRK
MEDENİ KANUNU m.982983
Dava dilekçesinde 5.000.000.000.- Lira
ecrimisilin faiz ve masraflarla birlikte davalı tarafından tahsili
istenilmiştir. Mahkemece davanın reddi cihetine gidilmiş hüküm davacı vekili
tarafından temyiz edilmiştir.
Yargıtay Kararı
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu
anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü.
Davacı vekili dava dilekçesinde davacının tapu
tahsis belgesi ile malik olduğu 7 nolu parselde bulunan binaya davalı kurum
tarafından yayın araçları yerleştirmek suretiyle işgal edilmesi nedeniyle
5.000.000.000.- Lira ecrimisil bedelinin davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Mahkemece; dava konusu binanın bulunduğu
taşınmazın mülkiyetinin dava dışı belediyeye ait olduğunu davalıya verilen tapu
tahsis belgesinin mülkiyet hakkı vermeyeceğini davalının binayı uzun yıllar
kullanması nedeniyle davalı tarafından icazet verildiği anlamına geleceğini
belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmü davacı vekili temyiz etmiştir.
Dosya kapsamından dava konusu gecekondu
niteliğinde bulunan binanın dava dışı Trabzon Belediyesi adına kayıtlı tarla
üzerine kaçak ve ruhsatsız olarak davacı tarafından yapıldığı ancak 15.03.1988
tarihinde Belediye Encümen kararı ile davacı adına tapu tahsis belgesi
verildiği anlaşılmaktadır.
Ecrimisil davaları taşınmaz maliki tarafından
açılabileceği gibi taşınmaza zilyet olan (tapu tahsis belgesi bulunan) kişi
tarafından da açılabilir. Bu durumda davacı rızası bulunmadan taşınmaz mal
üzerindeki zilyetliği elinden alınmış (gasp edilmiş) olan kişidir. Bir taşınmaz
malın yararlanma hakkının malik tarafından başka kimseye bırakılması halinde
işgal tazminatını istemek hakkı yararlanma hakkına sahip olan kişiye (davacıya)
ait olur. Başka bir deyişle hak sahibi zilyet kötü niyetli zilyetten her zaman
ecrimisil isteyebilir.
4721 sayılı Medeni Kanun`un 982. maddesinde
"Başkasının zilyet bulunduğu bir şeyi gasp eden kimse o şey üzerinde üstün
bir hakka sahip olduğunu iddia etse bile onu geri vermekle yükümlüdür"
denilmekte yine 983. maddesinde de "saldırıda bulunan şey üzerinde bir hak
iddia etse bile; zilyetliği saldırıya uğrayan ona karşı dava açabilir"
hükmü ile yeddin iadesi veya zilyetliğin ihlalinden kaynaklanan zararın tazmin
edileceği belirtilmiştir.
Kanun koyucu bu maddelerle fiili zilyedi
korumayı amaçlanmıştır. Bu nedenle zarar ile gasp fiili arasında illiyet
bağının bulunması halinde zilyedin tazminat isteme hakkı bulunmaktadır.Yani
davalının kusurunun ispatlanması halinde haksız fiilden (haksız işgalden) doğan
zararın tazmini gerekmektedir.
Belirtilen nedenlerle davalının haksız işgalci
olduğu anlaşıldığından mahkemece; uzman bilirkişiler aracılığı ile mahallinde
keşif yapılmak suretiyle işgal edilen yerin büyüklüğü mevcut kullanım durumu ve
kullanıma elverişliliği dikkate alınarak işgal tarihindeki kira parası (ilk
dönem ecrimisil miktarı) belirlenmeli sonraki yıllar için ise TEFE artış oranı
tam olarak yansıtılmak suretiyle hesaplanacak ecrimisil bedeline hükmedilmesi
gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi doğru
görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz
önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz temyiz itirazları bu
nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK`nun 428. maddesi gereğince
BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine
04.10.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
İCRA KEFİLİ HAKKINDA
YAPILAN TAKİP
ÖZET: Kefil hakkında
-BK. 493 uyarınca- kefalet süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde icra
takibinde bulunulmaması (veya alacak davası açılmaması) halinde kefilin
kefaletten kurtulacağı (Daha sonra kefil hakkında icra takibi yapılamayacağı
YARGITAY 13. HUKUK
DAİRESİ
I- T: 05.06.2003
E: 3257
K: 7364
... davalı Mustafa
Donat’ın temyizine gelince; davacı kiracı ve kefil hakkında Temmuz 1998 ila
14.12.1999 dönemi kira bedeli ödenmediğinden alacağın tahsili için icra
takibine girişmiş davalıların vaki itirazı üzerine bu davayı açmıştır. Taraflar
arasında düzenlenen kira sözleşmesi 28.4.1998 başlangıç tarihli olup kira
süresinin bitim tarihi de 31.12.1998’dir. Davalı Mustafa Donat işbu kira sözleşmesini
müşterek ve müteselsil kefil sıfatıyla imzalamıştır. BK. 484. maddesi hükmüne
göre kefaletin muteber olabilmesi kefilin sorumlu olacağı belli bir miktarın
gösterilmesiyle mümkündür. Kefalet süresinin ve kefilin sorumlu olacağı en
yüksek tutarın gösterilmemesi halinde kefalet ancak kira sözleşmesinde
kararlaştırılan kira süresi için geçerlidir. Öte yandan davalının kefaleti BK.
493. maddesi uyarınca sınırlı bir kefalettir. Çünkü bu kefalet kira sözleşmesi
ile sınırlıdır. Kiracı kiralananı icra mahkemesi (icra tetkik mercii) kararı
neticesinde icra marifetiyle 10.3.1999 tarihinde tahliye etmiştir. İcra
takibine konu edilen aylıklardan 31.12.1998 tarihine kadar aylık kira bedeli
kira süresine dahil olup davalının yalnız 31.12.1998 tarihine kadarki kiradan
sorumlu olacağı mahkemece kabul edilmiş ise de BK. 493. maddesinde belirtildiği
üzere kefalet süresinin bitimini takip eden bir ay zarfında alacaklı icraya
veya mahkemeye müracaatla hakkını takip etmezse yahut takibatına uzun müddet
ara verirse kefil kefaletten beri olur. Davacının kira sözleşmesinin süresi
31.12.1998 tarihinde bitmiş olmasına rağmen kira sözleşmesinin bitiminden
itibaren BK. 493. maddesinde belirtilen bir ay içerisinde icra takibine
girişmediği gibi dava da açmadığı anlaşıldığından ve sözü edilen madde
belirtilen sürenin zamanaşımı süresi olmayıp hakdüşürücü süre olmasına nazaran
mahkemece “davalı kefil hakkındaki davanın reddine” karar verilmesi gerekir.
Aksine yazılı düşüncelerle kefil hakkındaki davanın kabulüne karar verilmiş olması
usul ve yasaya aykırıdır bozma nedenidir.
II- T: 13.06.2002
E: 5928
K: 7112
Davalının temyizine
gelinde; dava ödenmeyen kira paralarının müşterek ve müteselsil kefil davalıdan
ödenmesi istemine ilişkindir. Mahkemece ödenmeyen kira paralarının davalı kefil
Dursevim Şahin’den tahsiline karar verilmiştir. Davalının kefaleti BK.nun 493.
maddesi uyarınca mahdut bir kefalettir. Çünkü bu kefalet 10.3.1998 tarihli ve
bir yıl süreli kira sözleşmesi ile sınırlıdır. Dava edilen aylıklardan Haziran
Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık 1998 ve Ocak Şubat Mart 1999 aylıkları
kefalet süresine dahil olup davalının kural olarak bu aylara ilişkin kiradan
sorumlu olması gerekir. Ne var ki BK. 493. maddesi kefalet süresinin bitimini
takip eden 10.3.1999 tarihinden itibaren bir ay zarfında alacaklının icra
dairesinde takibe girişerek veya mahkemeye müracaatla dava açarak hakkını talep
etmemesi halinde ise kefilin kefaletten beri olacağı hükmünü getirmiştir. Somut
olayda icra takibi bu süre geçtikten sonra 10.5.2000 tarihinde yapılmıştır. Bu
hususların mahkemece gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul
ve yasaya aykırıdır bozma nedenidir.
Cevap : Karışık
Yargıtay Kararları Mal Beyanında bulunmamak
T.C.
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu
Esas No 2001/17HD-298
Karar No 2002/2
İtirazname 128745
Kararı veren Yargıtay
Dairesi 17. Hukuk Dairesi
Mahkemesi NARMAN İcra
Ceza
Konu : Mal Beyanında
bulunmamak
Günü 27.07.2001
Sayısı 40/89
Şikayetçi Narman Tarım
Kredi Koopretifi
Sanıklar 1- Emrullah Korkmaz
2- Hüseyin Korkmaz
3-Durmuş Özdemir
Temyiz Eden Mal
beyanında bulunmamak suçundan sanıklar Emrullah Korkmaz Hüseyin Korkmaz ve
Durmuş Özdemir’in İİY.nın 337 ve TCYnın 59. maddeleri uyarınca 8’er gün hafif
hapis cezası ile cezalandırılmalarına ilişkin Narman İcra Ceza Mahkemesince
verilen 27.07.2001 gün ve 40/89 sayılı hüküm sanıklar tarafından temyiz
edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 17. Hukuk Dairesince 17.10.2001 gün ve
9308/8215 sayı ile;
“Sanığın üzerine atılı
suçun içerik ve niteliğine 17 Ekim 2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının 38. maddesine eklenen son fıkra uyarınca “Hiç kimse yalnızca
sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden
alıkonulamaz” hükmü ile yapılan bu düzenlemenin sanığın lehinde bulunmaması ve
TCK’nın 2/2. maddesi de gözetilerek sanığın hukuki durumunun yeniden
değerlendirilmesi zorunluluğu” bulunduğu gerekçesiyle diğer yönleri
incelenmeksizin bozulmuştur.
Yargıtay C.
Başsavcılığı 12.12.2001 gün ve 128745 sayı ile;
İİK’nun 337 ıncı
maddesinde düzenlenen; mal beyanında bulunmama suçunun ön koşulu 7201 Sayılı
Tebligat Kanunu hükümlerine uygun olarak sanığa tebliğ edilmesi ve tebliğ
edilen bu belgede mal beyanında bulunma ihtarının yer alması gerekmektedir.
Suçun maddi unsuru mal
beyanında bulunmak üzere süresi içerisinde icra dairesine gitmemek veya süresi
içinde yazılı beyanda bulunmamak”tır. Mal beyanı ile neyin ifade edildiği
İİK.nın 74. maddesinde beyanda bulunma süreleri de aynı kanunda gösterilmiştir.
Bu suç kasten veya
taksirle işlenebilir. Maddedeki “mazereti olmaksızın” ibaresi bu sonucu
doğurmaktadır. Dolayısıyla burada bir objektif sorumluluk hali mevcut değildir.
Suçun faili ise icra takibine maruz kalan borçludur.
Mal beyanında bulunmama
suçunun hukuki konusu kanunla öngörülen yükümlülüktür. Dolayısıyla bu suçun
işlenmesi ile icra işlemlerinin yürütülmesi konusunda kanunla getirilen
yükümlülük yani kamu düzeni ihlal edilmektedir. Bu durumun sözleşmeyle veya
sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülükle ilgisi bulunmamaktadır.
Bu nedenle İİK. nın
337. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen suça ilişkin eylemin ika
edilmesiyle her hangi bir sözleşmeye aykırı hareket edilmesi söz konusu olmayıp
kanunla getirilen mal beyanında bulunma yükümlülüğüne aykırı hareket
edilmektedir. Bu hal ise Anayasanın 38 maddesinde öngörülen kuralla ilgili
değildir.
Şöyle ki bir icra
takibinin yürütülebilmesi için borçlunun mallarının bilinmesi gerekmektedir. Bu
malların alacaklı tarafından bilinmemesi halinde ise borçlunun yeterli malını
mal beyanı yoluyla bildirmesi hatta hiç malı yoksa bu durumu belirterek
geçiminin dayanaklarını göstermesi gerekmektedir. Burada mal beyanı
yükümlülüğünün kanunen öngörülmesinin nedeni devletin icra örgütünü kurması ve
bu örgütün çalışmasını temin için esas alınan kamu düzeninin sağlanmasıdır.”
gerekçesiyle itiraz yoluna başvurarak Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına
karar verilmesini talep etmiştir.
Dosya Birinci
Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu gereği konuşulup
düşünüldü.
CEZA GENEL KURULU
KARARI
Sanıkların mal
beyanında bulunmamak suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda
çözümlenmesi gereken hukuki sorun Anayasanın 38. maddesine 4709 Sayılı Yasa ile
9. fıkra olarak eklenen “Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü
yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz” şeklindeki kuralın
İcra İflas Yasası’nın 227/1. maddesinde düzenlenen ve yaptırımı özgürlüğü
bağlayıcı ceza olan suç bakımından nazara alınıp alınamayacağı diğer bir
anlatımla ödeme taahhüdünün ihlal edilmesinin yalnızca sözleşmeden doğan bir
yükümlülüğün yerine getirilememesi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği
noktasında toplanmaktadır.
Sorunun çözümünde
sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi için konuya ilişkin yasal
düzenlemelerin bunların TBMM’inde yapılan görüşmelerin öğretideki düşüncelerin
mal beyanında bulunmama suçunun tarihi gelişimi ve hukuki yapısının ele alınıp
değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Toplumsal barışı
sağlamak ve fertlerin hak ve özgürlüklerini güvenceye kavuşturmakla görevli
olan Devlet kendiliğinden hak almaya izin vermemiş buna yönelik eylemleri yaptırıma
bağlamış ve hakkın yerine getirilmesini kendi tekeline almıştır. Devletin
üstlendiği bu görevi etkin bir biçimde yerine getirebilmesi için ceza
politikası gereği bazı önlemlere başvurma gereksinimi bulunmaktadır. İcra
hukukunda öngörülen bir kısım önlemler de bu amaca yöneliktir.
Osmanlı
imparatorluğunda icra işleri uzun bir dönem şer’i hükümler çerçevesinde basit
olarak icra edilmekte ve icra hukuku ile ilgili hükümler ………(okunamadı) bulunan
kurallardan ibaret iken 1295/1296 yılında 69. madde ve 1 geçici maddeden ibaret
“İlamatı Hukukiyenin Sureti İcrasına Dair Kanunun Muvakkat” kabul edilmiş 8
Nisan 1330(1914) tarihinde ise 149 maddeden ibaret “İcra Kanunu Muvakkat” bu
kanunun yerini almış her iki yasada da sadece ilamların icrası düzenlenmiştir.
İki yasanın ortak özelliği “borcunu ödemeyen borçlu için hapis cezası”nın
öngörülmesidir.(32 ve 131. maddeleri)
28 Nisan 1330 tarihli
kanunun sadece ilamlı icrayı düzenlemesi ve ilamsız icra ile ilgili herhangi
bir düzenleme bulunmaması nedeniyle Alman yasasından yararlanılarak 15 Mart
1928 tarih ve 1215 sayılı Kanun kabul edilmiş 7 maddeden ibaret olan bu yasa
ile de ilamsız icra düzenlenmiştir.
1330 tarihli yasanın
Mecelle ve şer’i hukuk esaslarına göre düzenlenmiş olduğu cumhuriyet döneminde
kabul edilen yasalarla uyumlu olmadığı ve çağın gereklerine yanıt vermediği
görüşüyle yeni bir İcra İflas Yasası hazırlığına başlanılmış İsviçre’nin “Borç
için Takip ve İflas Federal Kanunu” esas alınarak 1424 sayılı 18 Nisan 1929
tarihli İcra ve İflas Kanunu hazırlanmış 345 maddeden oluşan bu yasa 4 Mayıs
1938 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmış yayımından itibaren 4 ay sonra
yürürlüğe girmiş bu şekilde cebri icra hukuku tek bir yasada toplanmış ayrıca
1295/1296 ve 1330 tarihli yasalar döneminde yürürlükte bulunan “borç için hapis
cezası” sistemi tamamen kaldırılmıştır.
Yasanın onbeşinci
bab’ında 322 ila 325 maddelerinde cezai hükümler yer almış Mallarını
bildirmeyen ve göstermeyen borçlular hakkında cezalar başlığını taşıyan 322.
maddesinde mal beyanında bulunmama suçu 70. maddede ise mal beyanında bulunma
zorunluluğu ve şekli düzenlenmiştir.
“Borç için hapsin
kaldırılması” nedeniyle yasanın bilhassa borçluları koruduğu eleştirileri
yoğunlaşmış bu aksaklıkların giderilmesi için çalışmalara başlanılmış “hapis ile
tazyik usulüne dönmemek ve ilamsız takip usulünü muhafaza etmek” prensiplerine
bağlı kalınarak yeniden hazırlanan 2004 sayılı yasa ile 1424 sayılı Yasa
yürürlükten kaldırılmıştır.
2004 sayılı Yasanın
Meclisteki müzakerelerinde söz alan Adliye Vekili Yusuf Kemal değişiklik
gerekçeleri hakkında bilgi verdikten sonra; bu yasada da suç olarak yaptırıma
bağlanan mal beyanı ile ilgili olarak;
“-borçlu meri kanunda
mal beyanına mecburdur. Arz edilen layihada bu cihet daha ziyade ikmal
edilmiştir. Borçlu kendisinin elinde başkasının elinde bulunan malını alacağını
hakkını ve sair nesi varsa beyan etmeye mecburdur. …….eskiden borçlu borcunu
vermediği için bu gün yalan söylediği için bu yalanı söylemekle memleketin
kredisini emniyetini ihlal ettiği için o suçtan mücazat görecektir…. biçiminde
M. Selahattin Bey ise
….hiç bir borçlu…….alacaklının bilmediğinden istifade edip de malının
mevcudiyetini ve kabili hacz olacak hakkını beyan etmemek gibi bir ………………Bu
kanun alacaklının hakkını muhafaza edecek hususları borçluya emretmiştir. Bu
kanunun emrini ifa etmemek yüzünden cezai takibat yapılır ve hakim kararıyla
bunlar suç addedilip cezalandırılır şeklinde görüşlerini açıklamışlardır.
18.02.1965 tarihinde
kabul edilerek 07.06.1965 tarihinde yürürlüğe giren 538 Sayılı Yasa ile İcra
İflas Yasasının mal beyanında bulunmama suçunu düzenleyen 337.maddesinin
birinci fıkrasının sonuna; “Borçlunun haczi kabil mallarını alacaklının bildiği
veya bilmesi lazım geldiği ispat olunursa borçluya ceza verilmez.” cümlesi
eklenmiş düzenlemenin gerekçesi Adalet Komisyonu raporunda; borçlunun müddeti
içinde mal beyanında bulunmaması ile alacaklının bundan zarar gördüğü
mefruzdur. Burada alacaklı lehine bir karine mevcuttur. Borçlunun bu karinenin
hilafını ispat etmesi gerekir. İspat ederse kendisine ceza verilmeyecektir.
Borçlunun mal beyanında bulunmaması sebebiyle alacaklının borçlunun malların
bulup haczettirmesi gecikmiş ve bu sebeple de alacağına geç başvurmuş ise;
alacaklı borçlunun mal beyanında bulunmamasından zarar görmüş demektir. Buna
mukabil alacaklı borçlunun kendi alacağına yetecek kadar haczi caiz mallarının
bulunduğunu kesin olarak bilmekte ve borçlu da bu hususu ispat etmiş ise
alacaklı borçlunun mal beyanında bulunmamış olmasından bir zarar görmemiş
demektir. şeklinde belirtilmiş
15.6.1985 günlü Resmi
Gazetede yayınlanarak 15.7.1985 tarihinde yürürlüğe giren 3222sayılı Yasa ile
de; İİY.nın 337. madde metninde yer alan “... bu yüzden zarar gören alacaklı”
deyimi 11.12.1957 tarih ve 16/28sayılı İçtihadı Birleştirme kararında suçun
unsuru olarak aranmadığından madde metinden çıkarılmış ve cezanın asgari haddi
caydırıcılığı temin bakımından on günden başlatılmak suretiyle madde bugünkü
halini almıştır.
İcra ve İflas Yasasının
337. maddesinin 1. fıkrasına göre; süresi içinde beyanda bulunmak üzere
mazereti olmaksızın icra dairesine gelmeyen veya yazılı beyanda bulunmayan
borçlunun alacaklının şikayeti üzerine tetkik mercii tarafından ….. hafif hapis
cezasıyla cezalandırılacağı öngörülmüş beyanın içeriği ve süresi ise aynı Yasanın
74 ve 75. maddelerinde düzenlenmiş 337.maddenin 1. fıkrasının son cümlesinde
ise; borçlunun haczi kabil mallarını alacaklının bildiği veya bilmesi
gerektiğinin ispat olunması halinde borçluya ceza verilmeyeceği belirtilerek
bir cezasızlık hali öngörülmüştür.
Sanığın bu suçtan
cezalandırılabilmesi için hakkında geçerli bir icra takibinin bulunması takip
nedeniyle icra veya ödeme emrinin Tebligat Yasası hükümlerine uygun olarak
borçluya tebliğ edilmesi tebliğ edilen belgede mal beyanında bulunma ihtarı ve
beyan süresinin yer alması borçlunun ihtara rağmen mazereti olmaksızın süresi
içerisinde beyanda bulunmak üzere icra dairesine gitmemesi veya yazılı beyanda
bulunmaması ve borçlunun haczi olanaklı mal veya alacaklarının alacaklı
tarafından bilindiği ve bilinmesi gerektiğinin ispat olunmaması gerekir.
Bu suçun hukuki konuşu
cebri icra işlemlerinin yürütülmesi sırasında borçluya yasa ile getirilen bir
yükümlülüktür. Nitekim bu husus mal beyanında bulunmama suçunu konu olan
11.12.1957 gün ve 16/28 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; “Prensip
itibariyle İcra ve İflas Kanununa vaz olunan cezai hükümler borçluyu kanun
emirlerine itaate mecbur etmek ve dolayısıyla alacaklının hakkını kolayca
istihsal eylemek için bir nevi müeyyideden ibarettir” şeklinde açıklanmıştır.
Mal beyanında bulunmama
sucunun hukuki yapısı irdelendikten sonra; Anayasanın 38. maddesine 9. fıkra
olarak 4709 sayılı Yasanın 15 inci maddesi ile eklenen “Hiç kimse yalnızca
sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden
alıkonulamaz.” Şeklindeki düzenlemenin anlam ve amacı Meclisteki görüşmeler
uluslar arası temel metinler ve öğretideki görüşler ışığında ele alınıp
değerlendirilmelidir. Anılan Yasa değişikliğinin Mecliste görüşülmesi esnasında
bir soru üzerine Anayasa Komisyonu Başkanı: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
Dördüncü Protokolünun 1. maddesi borçlar hukuku ilişkisinden kaynaklanan
borçlarını rızasıyla ödeyemeyen bir borçlunun bu yüzden hapis cezasıyla
cezalandırılmasını yasaklamıştır. Borcun ödenmemesi ya borçlunun mal varlığı
bulunmadığı için çaresizlikten veya buna rağmen kötü niyetten olabilir. Birinci
halde yani kendi ihmal veya kusuru olmaksızın borcunu ödemekte acze düşen kişi
bu yüzden hapis cezasına çarptırılamaz ancak borçlunun hileyle veya kasten
borcunu ifa etmekten kaçınması halinde protokolün bu hükmünden yararlanması
mümkün değildir.” şeklinde açıklamalarda bulunmuş
Değişikliğe ilişkin
Anayasa Komisyonu raporunda ise 4 No.lu Protokol gereği değişikliğin hükme
eklendiği sözleşmeden doğan yükümlülük içinde borçların da olduğu
belirtilmiştir.
19.10.1992 tarihinde
ülkemiz adına imzalanıp 23.2.1994 tarih ve 3975 Sayılı Yasayla onaylanarak o
tarihten itibaren yasa değerinde bir hüküm olan ve 4709 sayılı yasal değişiklik
ile de Anayasal bir kural haline gelen 4 No. lu Protokolün 1. maddesinin
öğretide ve konuya ilişkin sempozyumlarda ele alınarak değerlendirildiği
anlaşılmaktadır.
Nitekim Prof. Dr. Tekin
Akıllıoğlu 1 Aralık.2001günü yapılan bir sempozyumda sunduğu tebliğinde (“AİHS
ve Anayasa md. 38 f. 8 Açısından Ödenmeyen Para Borçlarında Yaptırımlar
Sempozyumu Sh. 4 vd.);
“Genellikle uluslar
arası antlaşmalarda hazırlık sırasında kullanılan” açıklayıcı belge”
(explanatory report) buna bir çeşit gerekçe belgesi denebilir sonradan antlaşmaya
eklenirken AİHS’ nin 4 No.lu Protokole ek açıklayıcı belge bulunmamaktadır.4
No.lu Protokolün uzmanlar komisyonunca yapılan bir açıklayıcı raporu vardır.
Ancak yayınlanmadığından hizmet içi belge olarak kalmıştır.
Fransız ceza hukukunda
ve pek çok Avrupa ülkesinde borçlunun ödemeye zorlanması için hapsedilmesi (la
contraintae par corps) denilen hukuki usul kanundan doğan borçlarda veya kamu
gücü iradesinden doğan borçlarda halen uygulanmaktadır.
Bu madde yetkili kamu
makamlarının kişi özgürlüğünü kaldırmak yetkisini sınırlamaktadır. Bu nedenle
AİHS 5. maddesinin 1(b) hükmü ile bağlantılıdır. Madde 5/1 (b) hükmüne göre;
“bir mahkeme tarafından yasaya uygun olarak verilen bir karara riayetsizlikten
dolayı veya yasanın koyduğu bir yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlamak için
bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanması veya tutulması” söz konusudur.
Başka bir anlatımla
kanunun öngördüğü yükümlülükler arasından “ sözleşmeden doğan borçları”
çıkarmak gerekir.
Borçtan (obligation) ne
anlaşılmak gerekir? Madde sadece “sözleşmeden doğan borcu” (obligation
contractuelle) korumaktadır.
Sözleşme bir para
borcuna ilişkin olabileceği gibi satın alma satma borcuna ilişkin de olabilir.
Aynı şekilde bir şeyi verme yapma yapmama taahhütleri de bu anlamdadır. Sadece
özel kişiler arasında yada özel hukuk alanında yapılanları değil taraflardan
biri kamu tüzel kişisi olan yada kamu hukukuna giren bütün sözleşmeleri (idari
imtiyaz sözleşmeleri devlet ihale kanunu kapsamındaki sözleşmeler) 1. maddeye
girer. Bu bakımdan AİHS 5/1(b) de geçen “yasanın koyduğu bir yükümlüğün yerine
getirilmesini sağlamak için” deyimi 4 No.lu Protokol 1. maddenin öngördüğü “
sözleşmeden doğan borç” kavramına dahil değildir.
Birinci madde “yerine
getirememe” den (inability) söz etmektedir. Dolayısıyla borçlu ödeyebilecek
durumda olup da ödemeyi ret ediyorsa koruma kapsamında girmez. Ayrıca madde “
yalnızca” (merecly) kelimesi de kullanılmıştır. Borçlu hileyle yada kötü
niyetle hareket etmişse 1 inci madde hapsine engel değildir. Sonradan ödemezlik
durumunda olduğu anlaşılsa bile durum değişmez. Gerçekten 1 inci madde irade
olmayan ödeyememe durumuna ilişkindir. Maddede geçen “ yerine getirememe(n’est
pas en mesure d’executer/on the ground of inability) deyiminin “ istese bile
ödeyemeyecek” olan bir kimsenin durumunu anlattığı açıktır.
Avrupa İnsan Hakları
Komisyonunun verdiği bir karara göre; bir kimsenin kanun emrettiği halde buna
uymayarak alacaklının mal varlığı hakkında beyanda (affidavit) bulunmamış
olduğu için mahkemece hapsine karar verilmesi 1. maddenin koruduğu alana
girmez. İcra hukukumuzdaki mal beyanına zorlama için başvurulan 10 güne kadar
hapsin koruma kapsamına girmediği K komisyonun bu kararına bakılarak
söylenebilir.
AİHS’ nin 5/1(b) hükmü
nasıl anlaşılmaktadır? Madde 5/1(b); “ bir mahkeme tarafından yasaya uygun
olarak verilen bir karara riayetsizlikten dolayı veya yasanın koyduğu bir
yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlamak için bir kimsenin usulüne uygun
olarak yakalanması veya tutulması” ndan söz etmektedir. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine göre( engel ve diğerleri kararı) “kanunun emrinden kaynaklanan
borç” ifadesi bir kimsenin o zamana kadar yerine getirmeyi ihmal ettiği belli
ve somut bir borç veya edimi yerine getirmeye zorlanması amacıyla
hapsedilmesini anlatmaktadır. Bu kural geniş yorumlanmamalıdır. “bir vatandaşın
genel nitelikte kanuna itaat ödevinden bahisle mecburi oturmaya mahkum
edilmesi” (Guzzardi kararı) “bir ordu mensubunun bundan böyle borçlarına sadık
kalması amacıyla oda hapsinde tutulması” (Ciulla kararı) genel nitelikte ödev
ifasına zorlamadır AİHS 5/1(b) kapsamına (koruduğu alana) girmez.” şeklinde
açıklamalarda bulunmuştur.
Doç. Dr. Metin
Feyzioğlu aynı sempozyumda sunduğu tebliğinde; (Sözleşmeden Kaynaklanan
Yükümlülükler Nedeniyle Hürriyetin Kısıtlanması age.sh.30)
“Mal beyanında bulunmak
yükümlülüğü sözleşmeden değil kanundan kaynaklandığından bu suç Anayasa md. 38
i ihlal etmemektedir.”
Prof. Dr. Ejder Yılmaz
aynı sempozyumda; (age. Sh.72) “Mal beyanı vermenin nedeni alacaklının alacağını
tahsil edebilmesini sağlamaya yöneliktir. Alacaklı borçlunun hangi mallarına
haciz koyduracak bunu bilmesi olanaksızdır. Bu nedenle kanun koyucu mal
beyanında bulunma zorunluluğunu getirmiş eğer mal beyanında bulunmazsa bundan
dolayı hapis cezası vardır. Bunun da “sözleşme” kavramı dışında olması
sebebiyle Anayasanın 38. maddesiyle ilgili olmadığı kanısındayım.”
Yard. Doç. Dr. İbrahim
Ercan (Mukayeseli Hukuktaki Düzenlemeler); Cebri icranın etkinliğinin
sağlanması amacıyla Almanya Avusturya ve İsviçre’de zorlayıcı tedbirlerin
öngörüldüğünü bu ülke uygulamalarından örnekler vererek belirttikten sonra; mal
beyanında bulunmama suçunda doğrudan doğruya sözleşmeden doğan bir hak
ihlalinin söz konusu olmadığını ayrıca bu eylemin devletin hakkın yerine getirilmesi
konusundaki ödevinin etkin bir şekilde yerine getirilmesinin sağlanması
amacıyla suç olarak belirlediğini bu nedenle mal beyanında bulunmama suçunun
cezasının özgürlüğü bağlayıcı ceza olmasının Anayasanın 38. maddesine aykırı
olmadığı şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.
Yine öğretide Dr. Şeref
Ünal (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 329 ve 330 uncu sh.) konuya ilişkin
olarak;
“bu hüküm borçlar
hukuku ilişkisinden kaynaklanan borçlarını rızasıyla ödemeyen bir borçlunun bu
yüzden hapis cezasıyla cezalandırılmasını yasaklamıştır. Borcun ödenmemesi ya
borçlunun mal varlığı bulunmadığı için çaresizlikten veya buna rağmen kötü
niyetten olabilir.
Birinci halde yani
kendi kusuru olmaksızın borcunu ödemekte acze düşen kişi bu yüzden hapis
cezasına çarptırılamaz. Ancak borçlunun hile ile veya kasten borcunu ifa
etmekten kaçınması halinde protokolün bu hükmünden yararlanması mümkün
değildir.
Akde muhalefetin suç
sayılarak hapis cezasıyla cezalandırılabilmesi için yasal unsurlarının
bulunması gerekir. Örneğin borçlarından kurtulmak için ülkeden kaçma
hazırlıkları yapan bir kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılması sözleşmeye
aykırı sayılmaz.
Nitekim bu gerekçeyle
İİK’nın 331 ve onu izleyen maddelerinde kötü niyetli borçlular için cezai
müeyyideler öngörülmüştür. Buna göre alacaklısını zarara sokmak kastıyla
malvarlığını eksilten borç ödemeden aczine kendi fiiliyle sebebiyet veren
borçluların hapis cezasıyla cezalandırılmaları mümkündür. Bu gibi hallerde
yasal dayanak İİK’nın söz konusu hükümleri olduğu için borçluların
cezalandırılması Protokolün bu hükmüne aykırı sayılmamalıdır.
Borcun ifasının
imkansızlığı sonradan borçlunun mali durumunun bozulması yüzünden ortaya
çıkabileceği gibi başlangıçta yani akdin yapıldığı anda da söz konusu olabilir.
Örneğin BK’nın 117. maddesine göre “borçluya isnat olmayan haller münasebetiyle
borcun ifası mümkün olmazsa borç sakıt olur.” Bu ikinci halde borç
kendiliğinden ortadan kalkacağından borcun ödenip ödenmemesi zaten söz konusu
değildir.” şeklinde görüş bildirmiştir.
Bu belirlemeler
ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Borçlu –sanıklar
hakkında başlatılan icra takibinde sanıklara ödeme emrinin tebliğ edildiği
ancak mal beyanında bulunmadıkları anlaşılmak tadır.
İİK’nın 337. maddesinde
düzenlenen mal beyanında bulunmama suçu yasal bir yükümlülüğün mazeretsiz
olarak yerine getirilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Bu suç ile korunmak
istenen hukuki yarar “borcun ödenmesi” olmayıp yasa hükmüne uyulmasının
sağlanması suretiyle cebri icranın etkin bir şekilde yürütülmesinin
sağlanmasına ilişkin kamu otoritesidir. Belirtilen suçun yalnızca sözleşmeden
kaynaklanan bir yükümlülüğün yerine getirilmemesi ile ilgili bulunmadığından
Anayasanın 38. maddesinin 9. fıkrası ile getirilen yasak kapsamında
değerlendirilmesi olanaklı değildir.
Bu itibarla Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı itirazın kabulüne karar verilmelidir.
SONUÇ Açıklanan
nedenlerle Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının KABULÜNE Özel Daire bozma
kararına KALDIRILMASINA dosyanın esas hakkında inceleme yapılmak üzere 17.
Hukuk Dairesine gönderilmesine 22.01.2002 gününde oybirliği ile karar verildi.
KENDİNE MEMUR SÜSÜ
VERME
POLİS OLDUĞUNU SÖYLEYİP
YEŞİL REÇETELİ İLAÇ SATIN ALMA
_______________________________________________
Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi
Esas No: 2000/5437
Karar No: 2000/7103
Tarihi: 25.10.2000
ÖZET: Nöbetçi eczacıya
-memuriyete ait bir görevi yapmaya girişmeden- polis olduğunu söyleyip yeşil
reçeteyle -satılan ilacın ücretini ödeyerek- alma eyleminde TCY.nın 252/1.
maddesindeki suçun öğelerinin oluşmadığı gözetilmeden hükümlülüğüne karar
verilmesi yasaya aykırıdır.
(765 s. TCK m. 252/1)
TAM METİN:
Kendine memur süsü
verme suçundan sanık Orçun'un yapılan yargılaması sonunda hükümlülüğüne ilişkin
(İstanbul Asliye Dördüncü Ceza Mahkemesi)nden verilen 1998/965 Esas 1999/182
Karar sayılı ve 19.02.1999 tarihli hükmün temyiz yoluyla incelenmesi sanık
Orçun müdafii tarafından istenilmiş ve temyiz edilmiş olduğundan; Yargıtay C.
Başsavcılığının 09.06.2000 tarihli bozma isteyen tebliğnamesiyle 15.06.2000
tarihinde daireye gönderilen dava dosyası başvurunun nitelik ve kapsamına göre
görüşüldü. Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına
geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar belgeler
ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde
görülmemiştir.
Ancak; sanığın
memuriyete ait bir görevi yapmaya girişmeden nöbetçi eczacıya polis olduğunu
söyleyip yeşil reçeteyle satılan ilacın ücretini ödeyerek almaktan ibaret
eyleminde TCY.nın 252/1. madde ve fıkrasındaki suçun öğelerinin oluşmadığı
gözetilmeden hükümlülüğüne karar verilmesi
Yasaya aykırı ve sanık Orçun müdafiinin temyiz
nedenleri ile tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden (HÜKMÜN BOZULMASINA)
yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuç!andırılmak üzere
dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine 25.10.2000 tarihinde
oybirliğiyle karar verildi.
KASTEN ADAM ÖLDÜRMEK
[*]SANIĞIN KİŞİSEL GÜVENLİĞE YÖNELEN CİDDİ BİR KORKU DOĞURAN SALDIRIYI SAVMAK
İÇİN ADAM ÖLDÜRMESİ
_______________________________________________
CG 00 Esas : 1997/1-358 Karar: 1998/000060
Tarih: 03.03.1998
Gece saat 01.00’de
oturduğu apartmanın 4. katındaki 10-15 dakika arayla iki kez zili çalınan daire
kapısını açtığında aşırı alkollü bir kişinin bıçakla içeriye hamle yapması
üzerine-tüm aile bireylerinin ve kendisinin kişisel güvenliklerine yönelen
ciddi bir korku doğuran saldırıyı saymak için o kişiyi öldüren sanık hakkında
TCY.nın 461/2 maddesinin uygulanması yasaya uygundur.
(765 s. TCK. m. 448
461/2)
Kasten adam öldürmek
suçundan sanık Ergine TCK.nun 461/2. maddesi uyarınca ceza verilmesine yer
olmadığına ve beraatine ilişkin (Sivas ikinci Ağır Ceza Mahkemesi)nce
13/05/1997 gün ve 98/35 sayı ile verilen karar katılan tarafın temyizi üzerine
dosyayı inceleyen (Yargıtay Birinci Ceza Dairesi)nce usul ve yasaya uygun
görülerek oy çokluğu ile onanmıştır.
Yargıtay C.
Başsavcılığı 09/12/1997 gün ve 1/65250 sayı ile;
Olay gece saat 01.00
sırasında şehir içinde 4 katlı bir apartmanda meydana gelmiştir.
Olay anını gören tanık
bulunmadığından hüküm sanığın beyanına göre kurulmuştur.
Sanık kapı zili çalınca
kimseyigörmediğini ancak seslerden zili çalanın kaçtığını anladığını daha sonra
da kapı kolu ile oynandığını fark edip kapı dürbününden bakınca merdiven ışığı
yanmadığından karanlıkta kimseyi göremediğini mutfaktan bıçak alıp geldiğini
kapıyı açınca bir şahsın kendisine hamle yapması üzerine bıçakla vurduğunu ve
daha sonra da bu şahsın kaçıp gittiğini beyan etmektedir.
Maktulün ölüm nedeninin
göğüs boşluğuna nafiz akciğeri ön yüzünden arka yüze kat eden delici ve kesici
aletle meydana getirilmiş derin yara olduğu saptanmıştır.
Maktulün olaydan az
önce gönül ilişkisi içinde olduğu sanığın kızıyla kapıda konuştuğunun
anlaşılması giysilerinden kolundan da ayrıca ikinci bir darbeye maruz
kaldığının saptanması kan damlalarının apartmanın dış kapısından başlaması evin
giriş kapısında kapının zorlandığına dair işaretlerin sonradan meydana
getirildiğinin görevlilerce beyan edilmesi gibi maddi bulgu ve beyanlar sanığın
beyanını doğrulamamaktadır.
Kaldı ki sanık önce
olayın gizli kalması yolunu seçmiş maktul ile gönül ilişkisi bulanan kızının
karakolda ifade verdiğini öğrenince ertesi gün avukatıyla giderek beyanda
bulunmuştur.
Maktulün üzerinde olay
yeri ve civarında maktulün silahla saldırdığını gösteren herhangi bir saldırı
vasıtası ele geçirilemediği gibi sanıkta da herhangi bir yara ve bere mevcut
değildir. Bu durumda mahkemenin meşru müdafa bulunmadığı yolundaki kabulü
yerinde görülmüş ve TCK.nun 461. maddesinin ikinci fıkrasındaki koşulların da
bulunmadığı anlaşılmıştır.
Sabit olan husus
maktulün gece yarısından sonra sanığın evinin kapısının zilini çalıp kızıyla
konuşması suretiyle yaptığı ağır haksız tahrik karşısında sanık tarafından
öldürülmesidir. Bu nedenle de hakkında TCK.nun 448 51/2. maddeleri
uygulanmalıdır." biçimindeki gerekçe ile itiraz ederek özel dairenin onama
kararının kaldırılıp Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmesi
istenmiştir.
Özel Daire çoğunluğu ile
Yargıtay C. Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık; sanığın maktulü maruz kaldığı
ağır tahrikin etkisiyle mi yoksa TCK.nun 461. maddesinde özel olarak düzenlenen
yasa savunma koşulları altında mı öldürdüğü hususuna ilişkindir.
Dosyaya tanık Ahmet’in
aşamalarda değişmeyen şahadetine ve sanığın savunmasına göre;
Maktul Erdal olay günü
18.00-24.00 saatleri arasında bir birahanede arkadaşları ile birlikte fazla
miktarda alkol aldıktan sonra dışarı çıkmışlar yolda bir çeşme başında tekrar
bir miktar daha alkol alarak tanık Ahmet’le birlikte oradan ayrılmışlardır.
Yolda yürümekte oldukları sırada maktul yanındaki tanığa bir evi göstererek
"beni burada bekle bir kız ile konuşacağım" diyerek gösterdiği eve
girmiş 5 dakika kadar gecikmesi üzerine tanık Ahmet de meraklanarak arkasından
4 katlı apartmana girmiş yukarı katlardan kapı zilinin sesini duymuş bu sırada
maktul de yukarı katlardan tanığın yanına gelerek apartmandan biraz
uzaklaştıktan sonra tanığa "Ahmet sen eve git ben kız ile buluşacağım kız
çıkacak" demesi üzerine tanık kendisinden ayrılmıştır. Apartmanın 4.
katındaki dairede eşi ve iki kızı ile kalmakta olan sanık ve ailesi misafirliğe
gelen komşularını gönderdikten sonra saat 23.30 sıralarında yatmışlardır. Saat
01.00 sularında sanığa ait dairenin kapısının zili bir defa çalmış yataktan
kalkıp kapının dürbününden bakan sanık Ergin merdiven otomatiğinin yandığını
kapıyı aralayıp baktığında kapı önünde kimsenin bulunmadığını görmüştür. Kim o
diye bir kaç defa bağırdığı halde sesine cevap veren olmamış ancak merdivendeki
ayak seslerini ve arkasından apartmanın giriş kapısının çarpıldığını duymuştur.
Kapıyı kapattıktan sonra balkondaki camekandan dışarı doğru bakmasına rağmen
aşağıda kimseyi görmemiştir. Eşinin yatmakta olduğu odaya giden sanık ona
olanları anlatmış ve sen yat ben bir sigara içeceğim demiştir. Sigarayı içerken
5-10 dakika sonra sanık dairesinin kapısının ve kilidinin kurcalandığını ileri
geri itildiğini fark etmiş kapının arkasına yaklaştığında bu seslerin devam
ettiğini ve gecenin bu saatinde aklı başında olan bir insan başkasının evinin
kapısını kurcalamaz düşüncesiyle korkuya kapılarak her ihtimale karşı eline bir
ekmek bıçağı alıp kapı ile mutfak arasında bir müddet beklemiştir. Kapı
dürbününden bakıp kimseyi görememiş merdiven lambalarının da yanmadığını
farketmiştir. Bir eli lamba düğmesinde bir eli de kapı kolunda iken antrenin
ışığını yakarak kapıyı açtığında daha önce tanımadığı ve elinde bıçak olduğu
halde diz çöker vaziyetteki maktulün içeriye girmek üzere hamle yaptığını
görünce sol eli ile ona engel olmaya çalışırken sağ elinde bulunan bıçağı bir
kez sallamış maktulün oradan hemen uzaklaşması üzerine korkuya kapılan sanık da
kapıyı kapatıp içeri girmiş yine aynı balkondan etrafı kontrol edip kimseyi
göremeyince tekrar kapıyı açıp merdivenlerden apartman kapısına kadar inmiş
burada da kimseyi ve kan izleri görmeyince eve dönerek olayı eşine anlatmış
ancak telefonu arızalı olduğu ve komşularını da gecenin geç saatlerinde
rahatsız etmemek için olayı polise bildirememiştir. Ertesi günü 07.00 sularında
maktulün cesedi sanığın evinden 131 metre uzaklıktaki Recep Handan ilkokulunun
karşısındaki Topraksu Sitesinin duvarı dibinde bulunmuş 26/11/1996 günlü ölü
muayene ve otopsi tutanağına göre; göğüs bölgesinde sağ meme altından akciğere
gire 2 cm derinliğindeki kesici delici alet yarasına bağlı hemorolojik iç
kanamayla oluşan şok sonucu öldüğü anlaşılmıştır.
Olaya el konulduktan
sonra yapılan incelemelere ilişkin tutanaklardan sanığın dairesinin bulunduğu
apartmanın merdivenlerinde kan izlerine rastlanmadığı kan izlerinin yolda ve
cesedin bulunduğu yerde görüldükleri anlaşılmaktadır. Keşif sırasında dinlenen
doktor bilirkişi 24/01/1997 günlü raporunda; "Kişinin göğsünden aldığı bu
yaradan dolayı yaklaşık 30 dakika içinde ölümün olacağını kan izlerinin
bulunduğu belirtilen ve krokide gösterilen güzergah boyunca ölü olarak
bulunduğu yere kadar maktulün tek başına ve yardımsız gidebileceğini
yaralandığı yer olan daire kapısından 4. sokağa kadar olan güzergahta kan
lekesinin görülmemesinin; kan çoklukla içeriye göğüs boşluğuna dolduğundan ve
vücut dışına sızan kanın üzerinde bulunan atlet tişort ve kazakla emilip
dolgunluk yaptıktan sonra yere damlamasından kaynaklandığını cesedin
taşındığını yer değiştirdiğini gösteren bir bulguya rastlanılmadığını" bildirmiştir.
Raporda belirtilen hususlar merdivenler de kan izleri bulunmamasının nedenini
açıkladığı gibi bu süre içinde ölmediği anlaşılan maktulün elindeki bıçağı
herhangi bir yere atması da mümkündür.
Adil Tıp Kurumu
Başkanlığı Kimyasal Tahliller ihtisas Dairesinin 23/12/1996 günlü raporundan
maktulün kanında 384 mg/dl. etil alkol bulunduğu getirtilen kayıtlara göre
TCK.nun 456/4 456/4 457/1 572/1. maddelerine muhalefet etmek suçlarından
hükümlü olduğu anlaşılmıştır.
Sanığın kızı Mehtap
aşamalarda değişmeyen anlatımlarında maktulün askerden izinli geldiğinde
arkadaşlık teklif ettiğini kendisinin de bunu kabul ettiğini bu arada iyi bir
kişiliği olmadığını öğrendiğinde askerliğini bitiren maktul ile arkadaşlık
ilişkisini kestiğini ancak maktulün ısrarlı bir biçimde kendisini bu ilişkiyi
sürdürmek isteğiyle rahatsız ettiğini olay gecesi de saat 01 .00 sularında
diğer aile bireylerinin uyuduğu ve kendisinin ders çalıştığı sırada evin
zilinin çalındığını kapıyı açtığında karşısında ayakta duramayacak kadar
alkollü olan maktulü gördüğünü kendisine "ne yapmaya geldin babam duyarsa
kızar" diyerek hemen kapıyı kapatıp odasına geçerek yattığını bu arada
yandaki odadan babasının annesine "kapı zili çalındı duymadın mı"
dediğini ve onların odasından tül perdenin komişinin çekildiğini işittiğini
yaklaşık 10 dakika sonra kapının zilinin tekrar daha kuvvetli şekilde
çalındığını tahminine göre kapıyı bu defa babasının açtığı ve bu arada
merdivenlerden hızlı adımlarla inen bir kişinin ayak seslerini duyduğunu zilin
ilk çalınmasında kendisinin kapıyı açtığında merdiven otomatiğinin söndüğünü
akabinde hemen yanmasından merdivenlerde bir kişinin daha olduğunu anladığını
ancak kim olduğunu görmediğini .söylemiştir. Bu tanığın anlatımı maktulün
arkadaşı olan tarafsız kamu tanığı Ahmet’in olay öncesine ilişkin anlatımlarını
ve savunmayı doğrulamaktadır. Olaydan yaklaşık 6 ay kadar sonra duruşmaya
gelerek ifade veren tanık İsmail’in "Olay saatlerinde sağlık ocağının
bulunduğu yoldan geçerken tanımadığı kısa boylu bir kişinin üzerinde mont
bulunan birinin okul istikametine doğru kovaladığını gördüğü" şeklindeki
şahadetine bu nedenle itibar edilmemiştir. Kaldı ki bu tanığın olay sırasında
gördüğünü bildirdiği kişilerin maktul ile sanık oldukları da belirlenememiştir.
Yine maktule ait daire
kapısına maktul ile sanığın kızının adlarının ilk harflerinin kazıldığı kapı
kilidinde oynama olduğu tanıklar tarafından beyan edilmiştir. Her ne kadar aynı
tanıklar olay mahallinde ilk defa gittiklerinde bu hususlara rastlamadıklarını
bildirmişlerse de dikkatlerinden kaçmış olması da mümkün bulunmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel
Kurulunun 21 /09/1980 gün ve 204/203 sayılı kararında ve aynı doğrultudaki
benzer kararlarında belirtildiği üzere; TCK.nun 461/2 maddesi yasal savunmanın
özel olarak düzenlenmiş bir şekli olup amacı ev veya benzeri yerlerde
oturanların uğrayacakları tehlikelere karşı kişisel güvenliklerini korumaktır.
Yasa koyucu saldırının bina içinde oturanların kişisel güvenliklerinde haklı
bir endişe ve ciddi bir korku yaratması durumunda failin ceza bağışıklığından
yararlanmasını amaçlamıştır. Saldırının belirtilen nitelikte olup olmadığı
niteliğine koşullarına oluşuna failin ruhi durumuna göre hakim tarafından
takdir edilecektir. TCK.nun 461/2. maddesinde yasa koyucu tarafından korunulmak
istenen husus ev veya eklentilerinde oturanların ciddi bir endişe ve korku
duymalarının engellenmesi olduğundan saldırının mutlaka maddede belirtilen
biçimlerle gerçekleştirilmiş olması aranmamalıdır. Nitekim öğretideki
görüşlerde bu doğrultuda bulunmaktadır. Kullanılan araç bu tür bir korkuyu
sonuçlayabildiği halde şartı gerçekleşmiş saymak yerinde olur (Ord. Prof. S.
Dönmezer Kişilere ve Mala Karşı Cürümler İstanbul 1981 sh. 139). "Muafiyet
için en mühüm nokta şahsi emniyet hakkında esaslı surette korku ve endişe
bulunmasıdır. Bizce bu şartı metin itibari ile değil mefhum itibariyle tefsir
etmek icap eder. Mazeretin tetkiki arasında failin bulunduğu durumun gözönüne
alınması en mühim noktadır (Majno-Ceza Kanunu Şerhi Ankara 1980 Cilt 111 sh.
281). Ve ilave edilmelidir ki madde metninde belirlenen noktalar ve saldırı
biçimleri sayılı ve sınır değildir. Başka suretlerle de saldırı mümkündür.
Öte yandan burada
önemli olan ve gözden uzak tutulmaması gereken husus savunmada bulunan kişinin
yani sanığın ruh halidir. "Savunan kişi içinde bulunduğu şartlar
itibariyle müdafaanın ancak belirli bir şekilde etkin olabileceğine inanarak bu
biçimde karşılıkta bulunmuş ise hatası onun aleyhine sonuç vermez."
Dönmezer age. s. 138."
Olayın aksi sabit
olmayan savunmaya göre oluşuna ve bu açıklamalara göre; gecenin çok geç bir
saatinde apartmanın 4. katında ve ailesiyle birlikte kendisinin ve komşularının
uykuya yattığı bir sırada aşırı derecede alkollü olan bir kişi tarafından kapı
zilinin 10-15 dakika gibi aralıklarla 2 defa çalınması ve kapı açıldığında
bıçağı ile içeriye hamle eden kişiye karşı o sırada zaman ve yer itibariyle her
türlü yardımdan yoksun bulunan sanığın içinde bulunduğu ruh haleti de gözönünde
tutularak gerek kendisinin ve gerekse diğer aile bireylerinin kişisel
güvenliklerine yönelen ve ciddi bir korku doğuran saldırıyı saymak için maktulü
öldürdüğünün kabulüyle hakkında TCK.nun 461/2. maddesinin uygulanması zorunlu
bulunmaktadır. Bu itibarla Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar
verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne
katılmayan Kurul üyeleri itirazını haklı nedenlere dayandığı görüşüyle karşı oy
kullanmışlardır.
Sonuç : Açıklanan
nedenlerle Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının (REDDİNE) 03/03/1998 günü
oyçokluğu ile karar verildi.
Mal Beyaninda
Bulunmamak Suçun Verilen Beraat Kararlarinin Itiraza Tabi Olduğu
Daire:16
Tarih:2006
Esas No:2006/4087
Karar No:2006/4930
Kaynak:Konya 2. İcra
Mahkemesi
İlgili Maddeler:İİK
353/1
İlgili Kavramlar:MAL
BEYANINDA BULUNMAMAK SUÇUN VERİLEN BERAAT KARARLARININ İTİRAZA TABİ OLDUĞU
Mal beyanından
bulunmamak suçundan sanık D.K. hakkında açılan davada ceza tertibine yer
olmadığına karar verilmiş hüküm yasal süresi içerisinde şikayetcçi vekili
tarafından temyiz edildiğinden yargıtay C.Başsavcılğının tekkiksiz iade istemli
tebliğnamesiyle dosya Daireye gönderilmiş olmakla inceleme raporu ve dosyadaki
belgeler okunarak GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 25.04.2006 gün
2006/16 H.D-123 Esas ve 2006/127 sayılı kararında işaret olunduğu üzere 1 Haziran
2005 tarihinde yürürlüğü giren 5358 sayılı Yasa'nın 21. maddesi ile
değiştirilen İİK nun 353. maddesi uyarınca müeyyidesi disiplin ve tazyik hapsi
olarak belirlenen eylemlerden dolayı yapılacak yargılama sonucunda verilecek
tüm kararların niteliğine bakılmaksızın tefhim ve tebliğ tarihinden itibaren 7
gün içerisinde Ağır ceza mahkemesine itiraz edilebileceği açıkça hükme
bağlandığı gözetilmeden temyiz yoluna başvurulması isabetsizdir.Bu nedenle
temyiz isteminin reddiyle İİK'nun 353/1 ve devamı maddeleri gereğince itiraz
merciince kararv erilmek üzere dosyanın incelenmeksizin istem gibi mahalli
mahkemesine İADESİNE 26.06.2006 gününde oy birliğiyle karar verildi.
BOŞANMA DAVASI -
KATKININ İSTENEBİLMESİ İÇİN EDİNİLMİŞ MALLARA KATILMA REJİMİNİN SONA ERMESİNİN
ZORUNLU OLMASI - MAHKEMECE DEĞER ARTIŞ PAYINA YÖNELİK DAVA TEFRİK EDİLİP
BOŞANMA DAVASININ SONUCU BEKLENMESİ HUSUSU
Esas Yılı : 2005
Esas No : 1920
Karar Yılı : 2005
Karar No : 3866
Karar Tarihi : 14.03.2005
Daire No : 2
Daire : HD
ÖZET : Söz konusu davada eşlerden birinin
diğerine ait bir malın edinilmesine iyileştirilmesine veya korunmasına katkıda
bulunması halinde tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artış payını
katkısı oranında isteyebileceğini hükme bağlamıştır. Bu katkının istenebilmesi
için edinilmiş mallara katılma rejiminin sona ermesi zorunludur. Boşanma davası
halen sonuçlanmamıştır. Açıklanan bu nedenle verilen karar hukuka aykırıdır.
(4721 S. K. m. 214 227)
Dava: Taraflar arasındaki davanın yapılan
muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası
gösterilen hüküm kocanın kabul edilen boşanma davası manevi tazminat kişisel
ilişki ve değer artış payı yönünden temyiz edilmekle evrak okunup gereği
görüşülüp düşünüldü:
Karar: 1- Dosyadaki
yazılara kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle
kadının usulüne uygun açılmış bir boşanma davası bulunmamasına ve kocanın bu
yönü temyiz etmemiş olmasına göre davalının ( kadının ) aşağıdaki bendin
kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2- Koca bu dava ile
birleşen Küçükçekmece Aile Mahkemesinin 2003/3555 esas sayılı davasında
13.09.1996'da eşi adına tescil edilen Halkalıdaki daireye 1/2 oranda
17.08.201'de alınan büroya ise beşbin dolar katkı yaptığını belirterek bu
katkının karşılığı 29.500.000.000 liranın tahsiline karar verilmesini
istemiştir.
Medeni Kanunun 227.
maddesi; eşlerden birinin diğerine ait bir malın edinilmesine iyileştirilmesine
veya korunmasına katkıda bulunması halinde tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan
değer artış payını katkısı oranında isteyebileceğini hükme bağlamıştır. Bu
katkının istenebilmesi için edinilmiş mallara katılma rejiminin sona ermesi
zorunludur. ( MK. md. 214/2 ) Boşanma davası halen sonuçlanmamıştır. Mahkemece
değer artış payına yönelik dava tefrik edilip boşanma davasının sonucu beklenip
deliller değerlendirilip karar verilmesi gerekirken dava şartı oluşmadan hüküm
kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
Sonuç: Temyiz edilen
hükmün ikinci bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA kararın bozma kapsamı
dışında kalan yönlerinin ise ONANMASINA temyiz peşin harcının yatırana geri
verilmesine işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu
açık olmak üzere 14.03.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
VERGİ USUL KANUNUNA AYKIRI
DAVRANIŞ ( FİŞ VERMEME )
_______________________________________________
Y A R G I T A Y
Ceza Genel Kurulu
E. 1991/9-228
K. 1991/326
T. 25.11.1991
ÖZET : Maddi olayda
tüzel kişiliği bulunmayan ve eşinin ortak olduğu lokantayı işleten sanığın 3100
sayılı Yasanın mükerrer 8. maddesine aykırı olarak müşterilere satış fişi
vermediği iddia edildiğinden bu işyerinin vergi mükellefi olmadığı ve eşinin
vergi yükümlüsü olduğunun tespiti halinde eşi ve lokantanın ortağı olan Şemse
tarafından verilen vekaletname örneği getirtilerek suç tarihinden önce
lokantanın işletilmesi ticari faaliyetin yürütülmesi için kendisine yetki
verilip verilmediği suçun oluşumuna ne şekilde katıldığı da saptanarak sonucuna
göre sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekir (3100 s. ÖKCK. mükerrer
m. 8).
Vergi Usul Yasasına aykırı davranmak suçundan
sanık Süleyman'ın 213 sayılı Yasanın 360/1 2. maddeleri gereğince 3.375.000
lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin (Erzincan Asliye Ceza
Mahkemesi)nce verilen 19.10.1990 gün 200/694 sayılı hükmün sanık tarafından
temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi 29.5.1991 gün
1858/2141 sayı ile;
"Sanık Süleyman'ın
eşi Şemse'nin vekili sıfatıyla adi ortaklık şeklindeki lokantada çalışmakta
olduğunu savunmasına göre vergi mükellefinin kim olduğunun kesin olarak tespiti
vekaletname örneği getirtilerek suç tarihinden önceye ait olup olmadığı ve
içeriği incelenerek sonucuna göre hukuki durumun tayin ve takdiri gerekirken
eksik soruşturma ve inceleme ile yazılı şekilde mahkumiyetine karar
verilmesi" isabetsizliğinden bozulmasına" "satış fişi kesmeye
mecbur olacaklar vergi mükellefleridir. Vergi mükellefiyeti başkasına
devredilemez. Sanığın vergi yükümlüsü olup olmadığının araştırılması yeterlidir.
Mükellefiyetin devrini öngören vekaletnamenin varlığını tespite gerek yoktur.
Sanık vergi mükellefi olmadığı takdirde cezai bakımdan sorumlu
tutulamayacağından ayrıca vekaletnamenin araştırılmasına gerek yoktur"
karşı oyu ile ve oyçokluğuyla karar vermiştir.
Yargıtay C.
Başsavcılığı 8.7.1991 gün 41 sayı ile; "Yerel mahkeme kararı sadece
sanığın vergi mükellefi olup olmadığının araştırılması için bozulmalıdır.
Sanığa vekaletname verilip verilmediğinin araştırılmasına gerek yoktur"
gerekçesiyle itiraz ederek bozma kararındaki "mükellefiyetin devrini
öngören vekaletnamenin varlığının tespitine ilişkin bölümün
kaldırılmasını" talep etmiştir.
Dosya Birinci
Başkanlığa gönderilmekle; Ceza Genel Kurulu'nca okundu gereği konuşulup
düşünüldü:
Sanığın eşi Şemse ile
hakkındaki mahkumiyet hükmü kesinleşen Tahir adi ortaklık kurmuşlar ve birlikte
lokanta açmışlardır. Sanık eşinin vekili sıfatıyla lokantada çalıştığını
savunmuş olay günü müşterilere satış fişi vermediğinden dolayı
cezalandırılmasına karar verilmiştir. Sanığın temyizi üzerine Özel Daire
"Vergi mükellefinin tespiti vekaletname örneği getirtilerek suç tarihinden
önceye ait olup olmadığı ve içeriği incelenerek sonucuna göre hukuki durumun
tayin ve takdiri gerekirken eksik inceleme ile karar verilmesi" isabetsizliğinden
hükmü bozmuş Yargıtay C. Başsavcılığı'nca "vergi mükellefiyeti başkasına
devredilemeyeceğinden vekaletnamenin araştırılmasına gerek yoktur"
gerekçesiyle bozma kararına itiraz edilmiştir.
Çözümlenecek sorun
"Vergi Usul Yasasına aykırı davranmak suçlarında; tüzel kişiliği olmayan
işyerlerinin işletilmesi için o işyerinin vergi mükellefi olmayanlara verilen
vekaletnamelerin araştırılmasına gerek olup olmadığı ve bunun sonucu olarak da
vekillerin cezai sorumluluklarının bulunup bulunmadığına" ilişkindir.
213 sayılı Vergi Usul
Yasasının 8. maddesine göre mükellef (Yükümlü) kendisine vergi borcu yüklenen
gerçek veya tüzel kişilerdir. Vergi sorumlusu ise verginin ödenmesi bakımından
alacaklı vergi dairesine karşı muhatap olan kişidir. Maddenin 3. fıkrasına göre
"mükellefiyet veya vergi sorumluluğuna ilişkin özel sözleşmeler vergi
dairelerini bağlamaz".
Yasanın 10. maddesinin
1. fıkrasında ise "Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların Vakıflar ve
cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mükellef veya vergi
sorumlusu olmaları halinde bunlara düşen ödevler kanuni temsilcileri tüzel
kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa bunların temsilcileri
tarafından yerine getirilir" denilmekte ve takip eden fıkarlarda ise
temsilcilerin mali sorumlulukları açıklığa kavuşturulmaktadır.
Vergi Usul Yasasının
331. maddesinde "Vergi Kanunları hükümlerine aykırı hareket edenler bu
kitapda yazılı vergi cezaları (kaçakçılık ağır kusur kusur ve usulsüzlük
cezaları) ve diğer cezalar ile cezalandırılır" hükmü yer almaktadır. 332.
maddede "Küçüklerin ve kısıtlıların ceza muhatabı olmadığı haller"
333. maddede ise "Tüzel kişilerin sorumluluğu" düzenlenmiştir.
Yasanın 338 ve devamı
maddelerinde iştirak tekerrür içtima ve birleşme özel hükme bağlanmıştır. Ceza
Yasası İdari Vergi Hukukunda uygulanamayacağından Özel Hükümler konulmuştur.
Ancak Ceza Yasasının genel hükümleri Vergi Usul Yasasının cezalandırma ile
ilgili bölümünde hüküm bulunmayan hallerde uygulanacaktır. Cezanın
kişiselleştirilmesi kuralı fiili yapanın cezalandırılmasını gerektirir. TCY.nın
64. maddesine benzer bir hüküm VUY.nın 338. maddesinde yer almıştır. Fiili
işleyenin cezalandırılabilmesi için vergi yükümlüsü olması aranmamıştır. Suçu
işleyen yasal temsilci her zaman mükellef olmayabilir. Anayasanın 38. maddesi
gereğince ceza sorumluluğu şahsi olduğundan yükümlülük (Mükellefiyet) aranmadan
Vergi Usul Yasasına bilerek muhalefet eden işletme yetkilisinin
cezalandırılması gerekmektedir. Ana ilkelerin dışına çıkılamaz. Ayrıca
16.7.1981 gün 17402 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 143 Numaralı Vergi Usul
Kanunu Genel Tebliğinde "Bilindiği üzere genel Ceza Hukukunun başta gelen
prensiplerinden biri cezaların gerçek kişiler adına düzenlenmiş olmasıdır.
Ayrıca cezanın suçu bilfiil işleyen kimselere çektirilmesi de cezada şahsilik
prensibinin gereğidir. Yapılan düzenlemede bu prensibe sadık kalınarak tüzel
kişiliği ceza sorumlusu tutmak gibi bir anlayışa yer verilmemiştir.
Fakat genel Ceza
Hukukunun prensiplerine uyum sağlamak için yapılan bu düzenlemedeki esas amaç
suçun şekil sorumlusu olan kanuni temsilcilerin değil suçun ayrıntılarını bilen
ve oluşmasında rolü olan temsilcileri cezalandırmaktır.
Bu nedenle cezaya
muhatap olacak kanuni temsilcilerin suç ve suçlu arasındaki illiyet bağı
dikkate alınmak ve temsil yetkisinin bölüşümündeki ağırlık ve sınırlar
araştırılmak suretiyle konuya açıklık getirilmiştir" denilmek suretiyle
cezai sorumluluğun kimlere ait olduğu belirtilmiştir.
Ülke dışında olan hasta
olması veya askerlik görevini yapması nedeniyle işinin başında bulunamayan
işletme sahibi vergi borçlusudur. Ancak talimat vererek suçun işlenmesine
katıldığı ispatlanamadığı takdirde vergi sorumlusu olması nedeniyle yokluğunda
ve kendisinden habersiz olarak ticari işletmede işlenen satış fişi veya fatura
kesmeme yazar kasa kullanmama v.s. suçlarından cezalandırılamazlar.
Tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlarda olaydan önce vekaletname ile yönetimi yüklenen suçun
ayrıntılarını bilen ve suçun oluşmasında rolü olan temsilcilerin
cezalandırılmaları gerekmektedir.
Maddi olayda tüzel
kişiliği bulunmayan ve eşinin ortak olduğu lokantayı işleten sanığın 3100
sayılı Yasanın Mükerrer 8. maddesine aykırı olarak müşterilere satış fişi
vermediği iddia edildiğinden bu işyerinin vergi mükellefi olmadığı ve eşinin
vergi yükümlüsü olduğunun tespiti halinde eşi ve lokantanın ortağı olan Şemse
tarafından verilen vekaletname örneği getirtilerek suç tarihinden önce
lokantanın işletilmesi ticari faaliyetin yürütülmesi için kendisine yetki
verilip verilmediği suçun oluşumuna ne şekilde katıldığı da saptanarak sonucuna
göre sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerektiğinden Yargıtay C.
Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
* Çoğunluk görüşüne
katılmayan Kurul Üyeleri; "Vergi Usul Yasasının 8/3. maddesi gereğince mükellefiyet
ve vergi sorumluluğu devredilemez. Özel sözleşmeler Vergi Dairelerini
bağlayamayacağından işlenen suçlardan dolayı işletmenin vergi mükellefi sorumlu
tutulacaktır. 3100 sayılı Yasanın mükerrer 8. maddesine göre failin mükellef
olması zorunludur. Mükellef dışındakiler cezalandırılamazlar. Ana Kanun olan
Vergi Usul Yasasının 8/3. maddesine aykırı olarak vekaletname ile sorumluluk
devredilemeyeceğinden vekaletname ile ticari işletmeyi yönetenlerin cezai
sorumluluklarına gidilemez. Aksi hal işyerinde bulunma zorunluluğu olmayan
fakat gerekli önlemleri almadığı için sorumlu olan mükelleflerin verdikleri
vekaletname nedeniyle cezadan kurtulmalarına yol açacaktır. Bu nedenle
mükellefiyetin devrini öngören sanığın işyeri sahibinin vekili sıfatıyla çalışmasını
sağlayan vekaletnamenin varlığını araştırmaya gerek yoktur. Sanığın vergi
mükellefi olup olmadığının araştırılması yeterlidir" gerekçesiyle
* Bir kısım Kurul
Üyeleri ise; "Dosya kapsamına göre sanık müşterilere kasa fişi verilmemesi
eyleminden bilgi sahibidir. Bu nedenle fiile asli fail olarak katılmıştır.
Yerel Mahkemenin mahkumiyet hükmü doğru olup itirazın değişik bu gerekçeyle
kabul edilerek Özel Daire bozma kararının kaldırılırak hükmün onanmasına karar
verilmelidir" düşüncesiyle
karşı oy kullanmışlardır.
S o n u ç : Açıklanan
nedenlerle Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının (REDDİNE) 25.11.1991 günü
oyçokluğuyla karar verildi.
Yorumlar
Yorum Gönder