ÖNALIM HAKKININ KULLANILMASI ÖNALIM BEDELİ TAPUDAKİ SATIŞ BEDELİ
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas Numarası: 1993/6-761
Karar Numarası: 1993/192
Karar Tarihi: 05.05.1993
ŞUFA DAVASI
ÖNALIM HAKKI
ÖNALIM HAKKININ KULLANILMASI
ÖNALIM BEDELİ
TAPUDAKİ SATIŞ BEDELİ
743 s. MülgaTMK/2, 21, 61, 63, 658, 659
4721 s. TMK/2, 21, 82, 64, 66, 735, 732
818 s. BK/18
1086 s. HUMK/1
ÖZETİ: Ülkemizde, genel olarak, taşınmaz satımlarında
tapuda satış bedeli olarak gerçek değer yerine "emlak vergisine esas
alınan daha düşük değer" gösterilmektedir. Diğer taraftan Şufa hakkının
kullanılması, satış işleminin ortaklara resmen duyurulmaması nedeniyle
olayımızda olduğu gibi satıştan senelerce sonra gerçekleşebilmektedir. O halde
Şufa hakkının, kullanılması nedeniyle uygulamada ortaya çıkan ve tartışmasız
kabul edilen adaletsiz durumun yorum yoluyla düzeltilmesi olanağı olduğu kabul
edilmelidir. Olayımızda yasal bir değişikliğe ve düzenlemeye gerek
bulunmadığına göre bindokuzyüzotuzlardan günümüze kadar gelen yerleşmiş
inançtan dönülerek, önalım bedelinin payın satışında tapu sicilinde gösterilen
değer olmayıp hakkın kullanıldığı yani dava tarihindeki değer olduğunun kabulü
hukukun temel amaçlarından olan adaleti gerçekleştirecektir.
Taraflar arasındaki "Şufa" davasından dolayı
yapılan yargılama sonunda; Kaş Sulh Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair
verilen 26.2.1992 gün ve 75-39 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili
tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi'nin 30.4.1992 gün ve
5465-5934 sayılı ilamı;
(... Davacı vekili, Şufalı taşınmazın müvekkili ile
Erdoğan Tığrak ve Ayşe Bulvalı arasında müşterek iken diğer paydaşların
paylarını 8.5.1982 ve 13.1.1983 tarihlerinde davalıya sattıklarını 2.2.1988
tarihinde yurda döndüğünde öğrendiğini iddia ederek, 10.2.1988tarihli dava
dilekçesiyle Şufa hakkının tanınmasını Sulh Hukuk Mahkemesi’nden istemiştir.
Davalı vekili, paylarını davalıya satıldığını
davacının çok daha önceden bildiğini sukutu hak süresinin geçirilmiş
bulunduğunu esasen fiili bölünme sebebiyle davacının yerinin belirli ve ayrı
olduğunu, davacının Şufa hakkı talep etmekte iyi niyetli sayılamayacağını
savunarak davanın reddini istemiştir. Tüm delillerin toplanmasından sonra
davalı vekili, satış tarihi ile dava tarihi arasındaki zaman içindeki enflasyon
sebebiyle Şufalı payın değerinde büyük yükselme olduğunu belirterek dava
tarihindeki değerin nazara alınmasını da istemiştir.
Şufalı payların davalıya 90.100.- lira bedelle
satıldığı tapu cevabından anlaşılmaktadır. Mahkeme, yaptığı keşif sonunda 44
metrekare miktarlı olan taşınmazın dava tarihindeki değerinin 44 milyon lira
olduğunu, buna göre dava konusu 2/3 payın değeri karşısında davaya bakma
görevinin Asliye Hukuk Mahkemesine ait olduğunu kabul ederek görevsizlik kararı
vermiştir.
Şufa hakkının, müşterek payın maliki tarafından üçüncü
bir şahsa satılması halinde diğer müştereklere tek taraflı irade beyanıyla ve
satıştaki şartlar dairesinde tercihen satın almak yetkisi veren, inşai bir hak
olduğu bilinmektedir. Şefi tek taraflı olarak iradesini bildirdiği anda Şefi
ile Şufa mükellefi arasında satış akti meydana gelir. Bu hukuki ilke yönünden
mukaveleden doğan Şufa (M.K. 658) ile kanuni Şufa (M.K.659) arasında hiçbir
fark yoktur. Akti Şufada hak, tapu siciline şerh verildiği hallerde bu şerhte
tayin olunan müddet zarfında ve sicilde gösterilen şartlar dairesinde kullanılabilir.
Eğer sicilde ayrı bir şart gösterilmemişse payın davalıya satışındaki şarta
itibar olunur. (M.K. 658/2). Kanuni Şufa için yasa ayrı bir esas getirmemiştir.
burada, bir ön sözleşme ve sicil şerh verilme söz konusu olmamakla beraber,
payın davalıya satışındaki şartlar tapudaki akit tablosunda açıkça bellidir, bu
şartlara itibar olunması, kanunun amir hükmü nedeniyle zorunludur. bu nedenle
de, şuf' hakkı kullanılmakla davacı ile davalı arasında doğan satış akdinin
bedelinin, davalı ile satıcısı arasındaki satışın şartlarından olarak, tapuda
belli olan miktar olduğunu kabul etmek kaçınılmazdır.
Açıklanan bu esaslar sebebiyle yıllardır istikrarla
uygulama gelen Yargıtay kararlarında ve özellikle 20.6.1951 günü 13/5 sayılı
İçtihadı Birleştirme Kararı’nda, Şefi’n ödenmesi gereken Şufa bedelinin, satış
bedeli ve Şefi’ye ait olması gereken satış masrafları tutarından ibaret olduğu
açıkça belirtilmiştir. Kanuni Şufada da uygulanan sukutu hak süresi içinde
açılan dava, ister satış tarihinden itibaren bir ay içerisinde, ister
öğrenmeden itibaren bir ay içerisinde açılmış olsun Şefi’in ödenmesi gereken
Şufa bedeli değişmez. Aksinin kabulü satış akdinin ve Şufa hakkının hukuki
niteliklerini zedeleyeceği gibi, gerek maddi hukuk gerekse Usul hukuku
açısından çok değişken ve sakıncalı haller oluşmasına neden olur. Bu şekildeki
olgular da yargıya ve kararlarına olan güveni sarsar.
Olayımızda; Şufalı paylar 90.100.- TL. satıldığına bu
miktar üzerinden dava açıldığına göre, yukarıda açıklanan esaslardan zuhul
olunarak Şufalı payın keşfen saptanan dava tarihindeki kıymeti nazara alınarak
görevsizlik kararı verilmesi doğru değildir...) gerekçesiyle bozularak dosya
yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki
kararda direnilmiştir.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI :
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının
süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra
gereği görüşüldü:
Dava Şufa (önalım) hakkının tanınması istemine
ilişkindir. Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık görevli
mahkemenin (sulh-asliye) belirlenmesinde toplanmaktadır. Öncelikle ifade etmek
gerekir ki bir taşınmazın ortak maliklerinden birinin payının üçüncü kişiye
satması durumunda diğer ortak veya ortakların alcıdan bu payı bedelini ödeyerek
öncelikle alma hakkının yani Şufa hakkının kullanılmasının söz konusu olduğu
davada, görev, dava değerine göre (HUMK. m. 1-2) belirlenir. Dava olunan şeyin
değerinin ise alıcı olan davalıya ödenmesi gereken bedel (Şufa bedeli) olduğu
tartışmasızdır.Somut olayda Şufa (önalım) bedelinin ne olacağı başka bir
anlatımla Şufa bedelinin belirlenmesi tartışma konusu olmuştur.Davalıya
ödenmesi gereken Şufa bedelinin (kapsamı) ortaya konmadan dava değerinin
saptanması olanağı bulunmadığına göre, Usul sorunun söz konusu olduğu durumda
işin esasını ilgilendiren konunun tartışılması gerekmiştir.
Altıncı Hukuk Dairesi'nin bozma kararında da
açıklandığı gibi; Yargıtay uygulamasında, (YHGK.’nun 7.10.1931 günlü kararından
beri, bkz. Tepeci Notlu izahlı Türk Kanunu Medenisi II 1946, sh. 49) Şufa
bedeli olarak ödenmesi gereken miktar "Davalıya tapuda yapılan satışta
düzenlenen sözleşme tablosunda (sicilde) gösterilenle" sınırlı olduğu
kabul edilmekte idi. Ancak Şufa (önalım) bedeli olarak tapu sicilinde
gösterilerinin esas alınması, hakkaniyet ile bağdaşmayan ve çıkarlar dengesini
bozan durumlar meydana getirmektedir.
Ülkemizde, genel olarak, taşınmaz
satımlarında-tapuda-satış bedeli olarak gerçek değer yerine "emlak
vergisine esas alınan daha düşük değer" gösterilmektedir.
Diğer taraftan Şufa (önalım) hakkının kullanılması,
satış işleminin ortaklara resmen duyurulmaması nedeniyle olayımızda olduğu gibi
satıştan senelerce sonra gerçekleşebilmektedir.
İşte, gerek gerçeği yansıtmayan sicildeki düşük bedelin
kabul edilmesi ve gerekse satış günü ile Şufa hakkının kullanıldığı (genellikle
tescil) davası ile birlikte kullanılmakta) gün arasında geçen sürede taşınmazın
değerinde enflasyon ve diğer objektif nedenlerle meydana gelen artışların
gözetilmemesi, hukukun amacı olan adaletin somutlaşmasını (hakkaniyet) önlediği
ve çıkarlar dengesini bozduğu tartışılmayacak biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu
durumda Şufa (önalım) hakkı sahibi nedensiz zenginleşirken alıcı olan davalı,
fakirleşmektedir. Nitekim, olayımızda, davalıya (tapu sicilindeki bilgiye göre)
1982 yılında 90.100.- lira satılan payın davanın açıldığı (Şufa hakkının
kullanıldığı) 10.2.1988 günündeki değerinin yaklaşık 30.000.000.- lira olduğu
belirlenmiştir. Şufa bedeli olarak 30.000.000.- TL.ye karşılık 90.100.- liranın
ödenmesini kabul etmenin hakkaniyete uygun düşeceğini savunma olanağı yoktur,
konunun tartışılması sırasında bu durum oybirliği ile benimsenmiştir.
Sorun, çözüm yolu ve yönteminde toplanmıştır. Altıncı
Hukuk Dairesi'nin bozma kararındaki görüşleri benimseyen üyeler, sözleşmeye
dayanan Şufa (önalım) hakkını düzenleyen M.K.’nun 658. maddedeki kuralların
kanuni Şufa hakkı (M.K. m.659) içinde uygulanacağını, bu nedenle "hakkın
tapu sicilinde gösterilen şartlar dairesinde kullanabileceğini ve burada
gösterilen bedelin Şufa bedeli olduğunu" ve ortaya çıkan adaletsiz ve
hakkaniyete aykırı durumun ancak yasa değişikliğiyle giderilebileceğini
savunmuşlardır.
Kanuni, Şufa hakkının düzenlendiği M.K.'nun 659.
maddesinde yalnız Şufa hakkının varlığından söz edilmiş, hakkın kullanılmasının
koşulları özellikle Şufa bedelinin ne olacağı açıklanmamıştır. Bu nedenle M.K.
658. maddesinde sözleşmeden kaynaklanan Şufa hakkı için getirilen koşulların
kural olarak-kanuni Şufa (önalım) içinde uygulanacağı görüşü doğrudur, bu
husus, 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da
benimsenmiştir.
Ancak; M.K.’nun 658. maddesindeki "Şufa"
hakkının tapu sicilinde gösterilen şartlar dairesinde herhangi bir malike karşı
dermeyan olunabilir" kuralı bir sözleşmenin getirdiği yükümlülüğün sonucu
olarak (ahde vefa) kabul edilmelidir. Bir sözleşmede yer alan ve tapu siciline
şerh edilen Şufa hakkı bedelinin, hakkın sahibini bağlayacağı tartışılmaz. Bu
nedenle yasa gereği doğan sözleşme dışı Şufa hakkında “tapudaki satış bedelinin
mutlak bağlayıcılığı söz konusu olmamalıdır”. Nitekim 658. maddenin ikinci
bendinde sicilde şart gösterilmemiş ise gayrimenkulün (taşınmazın) davalıya
satışındaki şarta itibar olunur hükmü de getirilmiştir. Bu da yalnız sözleşmede
kararlaştırılan şartın yani önalım (Şufa) bedelinin bağlayıcılığını ortaya
koyar; burada sicilden değil sözleşmedeki kararlaştırılan şarttan söz edildiği
gözardı edilmemelidir. Yasa gereği satışla birlikte doğan önalım (Şufa)
hakkında alıcı olan davalı, Şufa bedeli için bir yükümlülük altına girmemiştir.
Kanuni Şufa hakkı nedeniyle davalının, satış bedeline ilişkin önceden kabul
ettiği şart söz konusu değildir.
O halde sözleşmeden doğan Şufa hakkı için geçerli olan
"sicilde gösterilen şartlar" kuralının yasal önalım (Şufa) hakkında
söz konusu bedelin belirlenmesinde de uygulanacağını kabul etmek hem 658.
maddenin amacına ve hem de adalet ve hakkaniyet inançlarına uygun düşmez. Ancak
davalının Şufa hakkı sahibine karşı satış bedelinin tapuda yazılı olan
miktardan fazla olduğunu ileriye sürüp süremeyeceği üzerinde durulmalıdır.
Yargıtay'ın yukarıda açıklandığı gibi eskiden beri
yerleşmiş görüşü ve doktrinde bir kısım öğretim üyeleri (N. Feyzioğlu Şufa
Hakkı Sh. 428-430; T. Esener, Muvazaalı Muameleler Sh. 62-68; Gürsoy/Eren/Cansel
Türk Eşya Hukuku, 2 Baskı 1984 Sh. 487; Oğuzman/Seliçi Eşya Hukuku, 1988, Sh.
809) davalının tapuda gösterilen satış bedelinin gerçekte daha fazla olduğunu
ileri süremeyeceğini kabul etmektedir. Bu yolda yapılan yorumların iki ana
gerekçesi bulunmaktadır.
Birincisi, "davalının, Şufa hakkı sahibine karşı
satış bedelinin muvazaalı yapıldığını ileri sürmesinin hüsnüniyet ve ahlak
kurallarına (M.K. m.2) aykırı görülmesi"dir. Ancak önalım hakkı sahibinin,
satılan payı gerçek değerinin çok altında alma girişiminin doğruluk ve güven
(hüsniyet) kuralları (M.K. m.2) ile bağdaştığını söylemek olanağı olmadığı da
gözetilmelidir. Hak sahibinin satılan payı gerçek değerinin altında almak
istemesi yarar ve çıkarlar arasındaki dengeyi bozar; bu durumdaki kişinin
M.K.’nun 2. maddesinden yararlanması olanağı olmamalıdır.
İkincisi ise, 5887 sayılı eski Harçlar Kanunu'nun 72.
maddesinde "tapu idaresine bildirilecek satış bedeli işlem tarihindeki
sürüm bedelinden aşağı olamaz" kuralıdır; taşınmaz satışlarında bedelde muvazaanın
önüne geçmek için konulduğu kabul edilerek, "bu kural ile artık alıcının
tapu sicilinde tescil edilmiş bedele dayanan önalım (Şufa) hakkı sahibine karşı
bir iddiası olamayacağı" savunulmuştur. (Esener age. sh. 68).
Ancak; Devlet'in, vergi alacağını böyle bir kurala
bağlamış olmasının nedeni, kamu hizmeti ve yararıdır; bu düzenlemeyle özel
hukuk sorununun çözümlenmesi yasa koyma tekniğiyle bağdaşmaz. Kaldı ki amaç
açıktır. Bu gün yürürlükte bulunan 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 4 sayılı
tarifesinin 20. maddesinde getirilen kural, uygulamada idare tarafından
yorumlanarak, "tapuda yapılan işlemlerde devir ve alım bedeli değil emlak
vergisi için gösterilen (daha düşük bedel)" değer esas alınmaktadır.
Türk - İsviçre Borçlar Hukuku’nda, kural olarak, muvazaalı
işlemlerin geçersizliğinin üçüncü kişilere karşı ileri sürülmesini önleyici bir
kural bulunmamaktadır. (Esener, sh. 112); genel kabul görmüş görüşe göre
"muvazaanın üçüncü kişiye karşı ileri sürülememesinin ancak böyle bir
iddianın ortaya atılmasının" ya hakkın kötüye kullanılması niteliğinde
olması, ya da "B.K.’nun 18/II deki gibi yasada açıkça öngörülmüş olan
durumlarda" söz konusu olabilir; Şufa hakkı sahibine karşı muvazaanın
ileri sürülmesinde hakkın kötüye kullanılması niteliği yoktur (Tandoğan Borçlar
Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.1/1.5 Baskı 1988, SH.238). Çünkü alıcı olan
davalının, Şufa hakkı sahibi davacının davaya konu payı gerçek değerinin
altında düşük bedelle almak istemesine karşılık muvazaa iddiasını ileri sürmesi
çıkarlar dengesini korumayı amaçlamaktadır.
Davacı ve davalı bu hukuki işlemin tarafları
olmadığına göre "bedelde muvazaanın davalı tarafından tanıkla
kanıtlanabileceği" kabul edilmelidir. Nitekim 21.5.1958 gün ve 7/3 sayılı
Yargıtay İnançları Birleştirme Kararı'nda ortak taşınmazın paydaşı, payını karı
kocaya, çocuklarına veyahut akrabaya temlik etmesi durumunda görünüşte satış
sözleşmesi olsa bile gerçekte miras hukuk ile ilgili amaçlar ya da bağışlama
gibi düşüncelerin egemen olduğu durumlarda, önalımı (Şufa) hakkının kullanılamayacağı"
kabul edilirken, hem muvazaa iddiasının üçüncü kişilere karşı ileri
sürülebileceği hem de bu iddianın tanıkla kanıtlanabileceği sonucuna
varılmıştır. (YHGK. 14.4.1993 gün 8/159 sayılı kararı).
20.6.1951 gün ve 13/5 sayılı Yargıtay İnançları
Birleştirme Kararı’nda ise önalım (Şufa) hakkı, taşınmazda pay sahibi bulunan
kişiye diğer bir paydaşa ait hissenin üçüncü kişiye satılması durumunda o hisse
müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak
yetkisi veren aynı bir hak olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle İnançları
Birleştirme Kararı’nın sonuç bölümünde "satış bedelinden söz
edilmesini" müşteriye mal olan satış bedeli olarak almamak gerekir. Bu
nedenle anılan İnançları Birleştirme Kararının Şufa bedelinin payın satışı
nedeniyle oluşturulan sicilde yazılı bedelle sınırladığı yolundaki görüşler
üyelerin çoğunluğu tarafından paylaşılmamıştır. Şufa (önalım) hakkının, ortak
payın satışından çok sonra kullanılması nedeniyle aradan geçen zaman içinde
taşınmazın değerinde meydana gelen objektif artışlar ile enflasyon olgusunun
önalım bedelinin belirlenmesine etkisi de kabul edilmelidir. Yukarıda
açıklandığı gibi; önalım bedeli sicilde gösterilen satış değeri ile sınırlı
olmadığına göre, hakkın şu veya bu nedenle geç kullanılmasından dolayı davacıya
amaç dışında zenginleştirecek ve alıcı davalıyı da fakirleştirecek yorum ve
sonuçlardan kaçınılmalıdır. Çağdaş hukuk, haksız yani tam karşılığı verilmeden
elde edilen kazançları korumamaktadır. (M.K. m.21, 61-63) Mülkü ve ortağı ile
ilgisini kesen bir kimsenin günün birinde ortaya çıkarak alıcı (davalı)
zararına azımsamayacak oransız bir çıkar sağlaması, M.K.’nun 2. maddesinde
düzenlenen objektif hüsnüniyet kuralına aykırıdır. (Belgesay Mahkeme
İçtihatları Analizi VII Şufa Hakkı 1956 sh. 19). Bu nedenle satış tarihinden
sonra taşınmazın değerinde meydana gelen objektif ve enflasyon artışlarının
Şufa bedeline dahil edilmesinin yorumu Yasa’ya ve hukukun genel prensiplerine
ters düşmez. Bedelin alıcı davalıya ödenmesinde sadece tazmin durumu olduğuna
göre, hakkın kullanılması hiç bir zaman davalının zararına olmamalıdır.
Tüm bu nedenlerle Şufa (önalım) hakkının kullanılması
nedeniyle hak sahibi davacının bedele ilişkin yükümlülüğü hakka konu olan
payın, hakkın kullanıldığı tarihteki (önceden kullanılmamışsa dava tarihi)
değeri olmalıdır. Davalının, Şufa hakkına konu edilen "satış tarihindeki
gerçek değerinin sicilde gösterilen değer olmadığını" ve "satıştan
sonra payın değerinin objektif veya enflasyon nedeniyle değiştiğini" ileri
sürme hakkı verir.
Önalım bedelinin hakkın kullanıldığı tarihteki gerçek
sürüm değerine göre belirlenmesinden bir takım kuşkulara ve duraksamalara
kapılmaya yer olmamalıdır. Nasıl sözleşmeden kaynaklanan önalım hakkında,
sicilde bedel gösterilmeyen veya yasal önalım hakkında, hak sahibi davacının
bedelde muvazaa iddiası ileri sürdüğü veya satış yerine bağış işlemi yapılan
durumlarda gerçek satış bedeli araştırılabiliyorsa burada da yapılacak işlem
aynı niteliktedir.
O halde Şufa (önalım) hakkının, kullanılması nedeniyle
uygulamada ortaya çıkan ve tartışmasız kabul edilen adaletsiz (hakkaniyet)
durumun yorum yoluyla düzeltilmesi olanağı olduğu kabul edilmelidir.
Unutulmamalıdır ki, yasaların uygulanması sırasında görülecek haksızlıkların,
adaletten sapmaların düzeltilmesi ilk önce yargıya düşen bir görevdir. Yasa’nın
açık ve buyurucu bir emri olmadıkça yargı bu görevini yerine getirmekle
yükümlüdür. Olayımızda yasal bir değişikliğe ve düzenlemeye gerek bulunmadığına
göre bindokuzyüzotuzlardan günümüze kadar gelen yerleşmiş inançtan dönülerek,
önalım (Şufa) bedelinin payın satışında tapu sicilinde gösterilen değer olmayıp
hakkın kullanıldığı yani dava tarihindeki değer olduğunun kabulü hukukun temel
amaçlarından olan adaleti (hakkaniyet) gerçekleştirecektir.
O halde mahkemenin, görevin belirlenmesinde temel
alınacak dava değerini, önalım hakkına neden olan satılan payın dava
tarihindeki değerine göre tespit etmesi ve bu nedenle görevsizlik kararı
vermesi doğru olmuştur.
Konu üzerinde yapılan görüşme ve tartışmalar sırasında:
Bir kısım üyeler, "10.5.1944 gün ve 11/18 sayılı İnançları Birleştirme
Kararı’na dayanarak ve davanın tapu sicilinde gösterilen değere göre
açıldığını, bu değere itirazın görev sorununa etkili olamayacağı
gerekçesiyle" mahkemenin görevsizlik kararı veremeyeceğini fakat sulh
mahkemesinin dava tarihindeki bedeli önalım (Şufa) bedeli olarak
belirleyebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak 1944 tarihli anılan inançları
birleştirme kararı dava açıldıktan sonra usulün 186. maddesinin söz konusu
olduğu durumlarda meydana gelen değer değişikliğiyle ilgilidir. Diğer taraftan
HUMK.’nun 1. maddesi "görevli mahkemenin tespitinde davanın açıldığı
gündeki değerin esas tutulacağını" kabul etmiştir, önalım (Şufa) bedeli,
payın dava tarihindeki değeri olarak kabul edildiğinde görevin de buna göre
belirlenmesi zorunludur. Gerekçesiyle çoğunluk tarafından bu görüş de
paylaşılamamıştır. O halde Usul ve Yasa’ya uygun bulunan direnme kararı
onanmalıdır.
SONUÇ:Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile,
direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA, ) oyçokluğu ile
karar verildi.
KARŞI OY YAZISI:
Taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni Şufa
hakkı, taşınmazda pay sahibi olan şahsa, başka bir hissenin üçüncü şahsa
satılması halinde, o payı belli bir süre içinde satın alma hakkı veren ayni bir
haktır. Bu hak Şufalı payın üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren
bir ay içinde kullanılmış olması gibi belli şartlar altında kullanılacak
yenilik doğuran kurucu bir haktır. Bu hakkın kullanıldığına ilişkin tek taraflı
irade bildiriminin alıcıya ulaşmasıyla, Şufa hakkı sahibi yeni bir akit yapmaya
hacet kalmaksızın alıcıya halef olur. Bu andan itibaren Şufalı payın Refi ve
kararı Şefi’e ait olur. Alıcı Şufalı pay kendisine neye mal olmuş ise o miktar ile
şefin alacaklısı olur. Şufa hakkının bu hukuksal niteliği açısından hiçbir
duraksama ve ayrı görüş mevcut değildir. 1940 yılından itibaren alınmış birçok
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararları’nda da bu esaslar kabul ve ifade ede
gelmiştir.
Medeni Kanun’un 657. maddesinden itibaren taşınmaz
mülkiyetin takyitleri düzenlenirken, akitten ve kanundan doğan Şufa hakkı
arasında hiçbir ayrım yapılmaksızın, müşterek hükümler 658. maddede yer almış
tekrardan kaçınılarak 659. maddede sadece paylı taşınmaz paydaşlarının da Şufa
hakkına sahip olduğu belirtilmekle yetinilmiştir. Bu bakımdan 658. maddedeki
hükümlerin tamamının 859. maddenin uygulanmasında da nazara alınması gerekeceği
açık ve seçiktir.
Akti Şufanın isteyişinde esas olan taraflar arasındaki
aktin şartlarıdır. O akit ve şartları sicilde şerhli olacağından hak o şartlar
dairesinde kullanılacaktır. M.K.658/1. maddede bu hususu açıkça belirtildikten
sonra aynı maddenin 2. fıkrasında, Şufa hakkının şartlarının akitle
gösterilmemiş ve dolayısıyla tapu sicilinde o şartların yer almamış olması
halinde ise Şufalı payın alıcıya satışındaki şartlara itibar olunacağı hükme
bağlanmıştır. M.K. 659. maddesiyle tanınan kanuni Şufa hakkı kullanılırken işte
bu 658. maddenin ikinci fıkrasındaki gibi tapuda yapılan satışın şartlarına
itibar olunacaktır. Şufa hakkının satıştan veya daha sonraki öğrenme gününden
itibaren bir ay içinde kullanılmış olması bu yönden bir ayrıcalık yaratmaz.
Zira maddenin son fıkrasının tüm maddeyi kapsadığı tartışılmayacak kadar
açıktır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu’nun 26.12.1951 gün 1/6 sayılı
kararı bu yöndeki bazı tereddütleri daha o zaman ortadan kaldırmıştır. Böylece
kanuni Şufa hakkı kullanıldığında davacı ile davalı alıcı arasında doğan
halefiyet sonucu alıcıya iade edilecek olan bedel onun payı satın alırken
satıcıya ödediği satış bedeli ile yaptığı satış masrafları ve harçlar
toplamından ibaret olan maliyet bedelidir. 20.6.1951 tarih ve 13/5 sayılı
İçtihadı Birleştirme Kararı sonuç fıkrası bir kere daha bu hukuki gerçeği vurgulamamıştır.
Yukarda belirtildiği gibi, yasal düzenlemedeki
açıklığa ilaveten yıllar önce ortaya çıkan bazı değişik düşünceler Yargıtay
İçtihatları Birleştirme kararlarıyla giderilmiştir. İçtihadı Birleştirme
Kararları benzer hukuki konularda Yargıtay Genel Kurulları’nı, Daireleri’ni ve
Adliye Mahkemeleri’ni bağlar. (2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 45. maddesi). Bu
yasal zorunluklara karşın Medeni Kanun’un 658. maddesinin 2. fıkrasının, ancak
satıştan itibaren bir ay içinde açılan davalara hasren düzenlendiği sonucuna
verilmesi ve bunun sonucu olarak tapudaki satış bedeli dışında yeni bir bedel
arayışı yoluna girilmesi doğru değildir.
Çoğunluğu bu karara zorlayan tek dayanak, satış
tarihinden uzunca zaman sonra Şufa hakkının kullanılması durumunda, alıcıları
enflasyon karşısında koruyup mağduriyetleri önlemek gerektiği inancıdır. Ancak
davanın bir tarafı için olan bu düşünce, Yasa’nın verdiği hakkı yine yasal
sürede kullanan diğer taraf davacının durumunu ağırlaştırarak, asıl amaçla
çalışır sonuç doğurmaktadır. Davacı satışı geç öğrenmiş, hak düşürücü sürenin
geçirildiği kanıtlanmamışsa, aradan geçen zamanın davalıya yarar davacıya zarar
verir bir sonuç doğurduğunun ve davacının kötü niyetli kişi gibi kabul edilmesi
nasıl savunulabilir? Ayrıca hakkın kullanılmasıyla hak sahibi ve Şufa borçlusu
arasında doğan satış akdinin bedeli açısından ikili ve tutarsız durum
yaratılmış olmaktadır. Zira, hakkın satıştan kısa süre sonra kullanılması
halinde bedel, tapuda yazılı ve başlangıçta bilinmeyen, savunmaya göre gündeme
geldiği takdirde tartışılıp bilirkişi düşüncesiyle saptanabilen değişken değere
dönüştürülmüş olmaktadır. Oysa satış akdinin asıl unsuru olan bedelin değerden
farklı olduğu tartışılmaz. Öte yandan hakkın satıştan ne kadar sonra
kullanılacağı durumlarda değer esasının uygulanacağının belirsizliği de yeni
bir sorun olarak ortaya konulmaktadır.
Çoğunluğun vardığı sonuç uygulamada başka
duraksamaları da beraberinde getirecektir. Şufa hakkı dava dışı irade
bildirimiyle de kullanılabileceği için, satıştan hemen sonra bu yolla hakkın
kullanılmasına rağmen Şufa borçlusunun payı hak sahibine devretmeye yanaşmadığı
durumlarda sonradan dava açılması zorunluğu doğan hallerde hangi tarihteki
bedel veya değer Şufa bedeli olarak kabul edilecektir?... yine satıştan hemen sonra
açılan bir dava yıllarca bitirilemiyorsa davanın devamı sırasında yeni bir
bedel arayışına mı girilecektir?...
Diğer taraftan, bir aktin tarafı olan kişi o akitle
muvazaa bulunduğu yolundaki iddiasını ancak yazılı delille kanıtlamak
durumundadır. 5.2.1947 gün 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile kabul
edilen bu ilke sebebiyle, bedelde muvazaa savunması ileri sürmekte yarar
bulunmadığını bilen davalılar, Şufalı payın satın alınmasından sonra değerinde
artmalar olduğunu bildirmek ve bu yolda bilirkişi mütalaası almak suretiyle,
belli bir miktarı dahi kanıtlamak zorunda kalmadan İçtihadı Birleştirme
Kararı’nı aşmak imkanına sahip olacaktır; bunun tabii sonucu olarak da pay
satışları yapılırken, fazla harç ödememek, için satış bedelini küçük göstermekle
hiçbir sakınca görmeyeceklerdir. Bu durum devletin zararına da yol açacağından
görüşün bir başka sakıncalı yarını oluşturacaktır.
Mahkemenin görevi meselesine gelince; Dava Şufalı
payın tapuda yazılı satış bedeli sebebiyle Sulh Hukuk Mahkemesi’nin görevi
dahilindedir. Davalı görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi olmasını zorunlu
kılan, daha yüksek bir satış bedeli iddiası getirmemektedir. Sadece o bedelin
zararına olacağını savunmuştur. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun
10.5.1944 gün 14/18 sayılı kararında, "asıl Şufa davası açıldıktan sonra,
davanın devamı sırasında, pay daha yüksek bedelle 3.kişiye satılırsa HUMK'.nun
186. maddesine göre davanın yeni malike yönetilmesi halinde son bedele
bakılarak görevsizlik kararı verilmeyeceği" kabul edilmiştir. Bu kararın
gerekçesinde amaç açıkça belirtilmiştir. Aynı amaçtan hareketle, Şufa
davalarında görevli mahkemenin tapu sicilindeki satış bedeli miktarına nazaran
tayin edilmesi gerektiği, gerçek satış bedelinin daha az veya fazla olduğuna dair
iddialarına göreve etkili olamayacağı Yargıtay H.G.K.’nun 4.2.1953 gün 38/39 ve
16.6.1954 gün 76/20 sayılı kararlarıyla benimsenmiştir. Uzun yıllardır uygulama
bu yoldadır. Şufa bedelinin sonradan savunmaya göre değişken bir değer
olabileceğinin kabulünde de bu yargısal kararlardaki görüşler kıyasen kabul
edilip sürdürülmelidir. Görevsizlik kararı şartları gereğinin kabul edilmesi
halinde apayrı bir uygulama getirilmiş olacak, ayrıca davanın devamı sırasında
verilecek görevsizlik kararları, bunların kesinleşmesi aşamaları davaların
uzamasına neden olacak, Şufa bedelinin ne olması gerektiği yolundaki çoğunluk
kararının tek amacı bu yolla etkisiz kalacaktır.
Yukardan beri açıkladığım nedenlerle sayın çoğunluğun
kararına katılamıyorum.
5.5.1983
Üye
M. Elçin
GEREKÇEYE KARŞI OY YAZISI :
Davacı, müştereken paydaşı bulunduğu taşınmazın diğer
paydaşlarca paylarının 8.5.1982 ve 13.1.1983 tarihlerinde davalıya satıldığını,
satışı yeni öğrendiğini belirterek 10.2.1988 tarihinde sulh hukuk mahkemesinde
açtığı bu dava ile önalım hakkını kullanmıştır.
Mahkemece, dava tarihi itibariyle taşınmaz bedelinin
44.000.000 lira civarında bulunduğu belirterek görevsizlik kararı verilmiştir.
Özel Daire, önalım hakkı sahibinin ödemesi gereken
bedelin tapuda yazılı olan bedel ile tapu harç ve masrafından ibaret olduğunu
bunun da, tapuda 90.500 lira olarak gösterildiğini açıklamak suretiyle , yerel
mahkeme kararını bozmuştur.
Yerel mahkemenin kararında direnmesi üzerine, Hukuk
Genel Kurulunca yerel mahkeme kararının onanması gerektiği sonucuna
varılmıştır.
Yerel mahkemenin gerekçesi, M.K.’nun 2. maddesinden
hareket edilerek varılan bir sonuçtur. Kişisel düşünceme göre, M.K.’nun 2.
maddesinin uygulanmasının gerektiği fikrine katılmakla birlikte, gerekçenin
aşağıda belirteceğimiz hukuki temele dayanmasını uygun görmekteyiz.
Kişisel düşüncemiz, kararda da varılan sonuca biz de
katılıyoruz. Yani önalım hakkı sahibinin bu hakkını yıllarca sonra kullanması
durumunda ödeyeceği bedelin tapuda yazılı olan bedel ile tapu harç ve
masrafından ibaret olmadığı, dava tarihindeki gerçek değerin ödenmesi gerektiği
hususu bizce de doğrudur.
Ne var ki bu sonuca varılabilmesi için dayanılan
hukuki sebebe ve kararın gerekçesine kısmen de olsa katılmamaktayız.
Şöyle ki, önalım hakkı yenilik doğuran bir hak olması
itibariyle hakkın kullanılması ile karşı tarafın kabulüne veya herhangi başkaca
bir işlemin yapılmasına gerek kalmadan yeni hukuki bir durum ortaya
çıkmaktadır. Hakkın bu niteliği itibariyle kullanılması bir tasarruf işlemidir
ve aynı bir nitelik taşımaktadır. Başka bir anlatımla, borçlandırıcı işlemin
bir tür tasarruf işlemine dönüştürülmesi, onun ifası niteliğindedir.
Önalım hakkı, başkalarına nazaran öncelikle satın alma
hakkıdır. Bu hakkın yasada öngörülen süre içinde kullanılması ile, hak
kazanılmış olur. Amaç bir üçüncü kişinin paydaşlar arasına girmesini
önlemektir.
Paydaşlardan birinin payını üçüncü bir kişiye satması
ile diğer bir paydaşın satılan payı öncelikle satın alma hakkı doğmaktadır. Bu
hakkını tek taraflı bir irade beyanı ile kullandığı anda, mülkiyeti
kazandığının kabulü gerekmektedir. İşte bu kazanmanın koşulları uygulamada
tartışmalar yaratmıştır. Nedeni de hukuk alanına yansıması itibariyle önalım
hakkı sahibinin, önalıma konu olan pay, satıcı ile alıcı arasındaki sözleşmede
belirlenen, koşullarlarını, yoksa alıcı ile kendisi arasında yeni bir
sözleşmenin kurulduğu sonucuna varılarak bu son sözleşmeye göre mi istemde
bulunacağı tartışmasından kaynaklanmaktadır.
Bize göre satıcı ile alıcı arasında düzenlenen satış
sözleşmesi nedeniyle mülkiyet alıcı adına tescil edilmektedir. Bu tescille
alıcı M.K. 633. maddesi gereğince payın mülkiyetini kazanmaktadır. ne var ki bu
mülkiyet hakkı önalım hakkı sahibinin hakkını kullanması taliki şartına
bağlıdır.Hak kullanılmakla mülkiyet sonuçsuz ile alıcı adına yapılan tescil
sebepsiz ve haksız bir tescil mahiyetini alır.
Bundan dolaydır ki, önalım hakkı sahibi payın kendi
adına devredilmesini, alıcıdan ister. böylece, payın mülkiyetinin devir yolu
ile alıcı adına tescil edilmesi üzerine, alıcı payın mülkiyetini önalım hakkı
sahibine devretmekle yükümlü olan satıcı paydaşın yerini tutmuştur. Bundan
dolayı da artık önalım hakkı sahibinin muhatabı alıcı olduğundan satıcı bu
üçgenin dışında kalmıştır. Ancak davanın alıcıya yönetilmesinin hukuki dayanağı
ve sebebi satıcı paydaş ile alıcı arasında yapılan sözleşme ve bu sözleşmeye
göre alıcı adına intikal ettirilen mülkiyetin istenmesine ilişkin hukuki
olgulardır. Durum böyle olunca şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır. Satıcı ile
alıcı arasında yapılan sözleşme ve bunun sonucu olarak mülkiyetin alcıya
devredilmesi üzerine, önalım hakkı sahibinin bu hakkını yıllarca sonra
kullanmaya kalkışması durumunda bu hakkın satıcı ile alıcı arasında yapılan
sözleşmenin hakkın alıcıya karşı kullanılması sonucu aynı sözleşmesinin bu defa
kendisi ile alıcı arasında kurulmuş gibi hukuki sonuç doğurduğu, ancak yıllarca
önce kurulmuş gibi olan ve önalımı hakkı sahibinin bu hakkını kullanmakla
sözleşmenin eski şartlar gereğince icrasının istendiği böyle bir istemin ise,
sözleşmeye bağlılık (Ahde vefa) ilkesine uygun olup olmadığı sonucudur. Bize
göre önalım hakkı sahibinin yıllarca sonra satışı öğrendiğini belirterek bu
hakkını kullanması eskiden satıcı ile alıcı arasında yapılan eski sözleşmenin
bu gün itibariyle bir ifasını talep etme niteliğinde olduğundan, alıcıyı da bu
sözleşme ile bağlı tutmak hak ve adalet kurallarına uygun düşmez. Burada
yıllarca önce yapılmış olan bir sözleşmenin yıllarca sonra icrasının yapıldığı
tarihteki sözleşme uyarınca istenmesi M.K.’nun 2. maddesine aykırıdır. Ancak bu
sonuca varılabilmesi için sözleşmenin yapıldığı (satıcı ile alıcı arasındaki
sözleşme ve payın devredildiği tarih) tarihteki koşullar ile ifasının istendiği
tarihteki ekonomik koşulların önemli ölçüde değişmiş olması gerekir. Bu halde tarafların
sözleşmenin yapıldığı zamandaki durumların değişmemesi koşulu ile sözleşmeyi
yaptıkları kabul edilir. (Clansula Rebus Sie Stantibus) olarak da
isimlendirilen bu teoriye göre sözleşmenin yapıldığı tarih ile ifasının
istendiği tarih arasında geçen sürede koşulların değişmiş olması nedeniyle,
eğer taraflardan biri meydana gelen değişmeleri bilse idi, sözleşmeyi
yapmayacağı, böylece sözleşmeyi kuran irade beyanın meydana getirdiği işlemin
çöktüğü, yerine getirilmesinin taraflardan biri için son derece güçleşmiş
olması gerekir. Buna karşın sözleşmenin eski koşullarla ifasının istenmesi
taraflardan biri yararına önemli ölçüde haksız bir zenginleşme diğeri içinde
bir zarar meydana getirmek suretiyle hukukun hiç de öngörmediği bir sonuç
ortaya çıkmaktadır. İşte bu durumda belirtilen emprevizyon teorisi uyarınca
sözleşmenin günün koşullarına uyarlanması gerekmektedir.
Somut olayda sözleşme 1982 yılında yapılmış olup,
tapudaki bedel 90.500 liradır. Dava tarihindeki payın bedelinin 29.000.000 lira
dolaylarında olduğu belirlenmiştir. Böyle bir sonucun meydana gelmesinde
tarafların kusuru yok ise de, önalım hakkı sahibinin tapuda yazılı olan bedele
tescil isteminde bulunması hiç bir kusuru bulunmayan davalı alıcının önemli
ölçüde zarara uğraması sonucunu doğuracaktır.
Bu duruma göre önalım hakkını uzun süre sonra
kullanılması halinde para değerindeki düşmeler nedeniyle ödenecek bedelin,
tapuda yazılı olan bedel ile harç ve masraftan ibaret olmayıp, dava tarihindeki
bedel esas alınmalı, bu bedelden davalının kullandığı sürede elde edebileceği
gelirler düşülmelidir. Böyle bir yöntemle yapılacak değer tespitinin gerek
M.K.’nun 658 ve 659. maddelerine ve gerekse özel dairece işaret edilen
20.6.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı’na aykırı olmadığı
düşüncesindeyiz. Çünkü M.K.’nun 659. maddesi bedelden sözetmemektedir. Aynı
Yasa’nın 658/2. maddesinde olaya uygulama olanağı bulunmamaktadır. zira satıcı
bir ay içinde önalım hakkı sahibini haberdar etmekle yükümlü tutulmuştur. Sözü
edilen İB.K. da buna engelleyen bir sonuca varmak olası değildir.
Davaya bakacak görevli mahkemenin belirlenmesine
gelince HUMK.’nun 1. maddesi görevin, dava tarihindeki değer esas alınarak
belirleneceği, aynı Yasa’nın 2/3. maddesi ise para dışındaki dava konusu
şeylerin değerinin mahkemece tespit edileceği ifade olunmuştur. Somut olayda
önalım hakkı sahibi bu hakkını kullanmakla, aynı bir hakkın sahibi olduğunu ve
bunun tanınmasını, adına tescil edilmesini istemektedir. O hakkın kullanıldığı
tarihteki değeri de mahkemece belirlenen miktar olarak kabul edilmelidir. Bu
miktarın tespitinde izlenen yöntem yanlış veya eksik olabilir. Onun
düzeltilmesi yoluna gidilebilir. Ancak benzer somut olaylarda hiç bir zaman
tapudaki değerin esas alınmasının istenmesi kabul edilemez.
Görevli mahkemenin belirlenmesinde özel dairece
bozmaya dayanak yapılan 10.5.1944 tarih ve 18/14 sayılı İBK.’nın olayımıza
uygulama olanağı bulunmamaktadır. Çünkü İBK. da hakkında dava açılan alıcının
hak konusu payı üçüncü bir kişiye devretmesi halinde, önalım hakkı sahibinin
HUMK.’nun 186. maddesi uyarınca hakkını yeni devir alana karşı kullanması
durumunda ikinci davanın ilk davanın devamı olarak kabul edilmesi gerektiğini
öngörmektedir. Bu nedenle de olaya uygulama olanağı bulunmamaktadır.
Sonuç olarak genel kurulca varılan sonuç bize de uygun
düşmektedir. Ancak bedelin tespitinde dava tarihinin esas alınması gerektiğine
ilişkin gerekçeye dayanak yapılan hukuki olgular bize uygun düşmemektedir.
Özellik davalının muvazaa savunmasına itibar edilemeyeceğini düşünmekteyiz.
Çünkü aksi halde HUMK.’nun taraflar arasındaki yazılı sözleşmenin aksinin
yazılı olmayan başka delillerle ispatı gibi bir sonuca varılmış olur. Zaten
böyle bir yöntemde 7.10.1953 gün ve 7/8 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları
ile de bağdaşmaz.
Belirtilen nedenlerle, kararın bedelin tespitine
ilişkin olarak yazılan hukuki dayanak olarak gösterilen nedenlere
katılamamaktayız.
Bilal Kartal
Üye
Yorumlar
Yorum Gönder