Bir Hukukçu Bilirkişinin Mikro ve Makro Tespitleri
Bir Hukukçu Bilirkişinin
Mikro ve Makro Tespitleri
KARAYALÇIN VE YONGALIK;
“Hukukda Öğretim –Kaynaklar- Metod: Problem Çözme” adlı kitaplarının
yedinci baskısında, esere “makro-mikro problemler” başlıklı yeni bir
bölüm eklemişler (Karayalçın-Yongalık s. 211–215).
Kitabın
yeni bölümünde ayrıntılı açıklama olmamakla birlikte, bilimsel
problemleri ilk defa fizik alanında “makro-mikro” ayrımı yaparak
inceleyen Hesienberg ve bunu ekonomi alanına makro ekonomi- mikro ekonomi ayrımıyla uygulayan Keynes’ten
yola çıkarak; hukuksal problemleri “makro hukuk problemleri” ve “mikro
hukuk problemleri” olarak tasnif etmişler. Yazarların tasnifine göre:
makro düzeyde hukuk sorunlarını, toplum düzeyinde ve küresel düzeyde
hukuk problemleri oluşturmaktadır. Mikro düzeyde hukuk problemleri ise;
kişisel veya işletme düzeyindeki hukukî problemleridir.
Kitapta,
yargı sistemimizde sürekli tartışma konusu olan bilirkişilik kurumu ve
özellikle hukukçu bilirkişilik olgusunu makro düzeyde hukukî sorun
olarak nitelendirilmiş.
Karayalçın ve Yongalık’ın
bu nitelemesinden yola çıkarak bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duydum.
Bu yazıyı kaleme almamın diğer bir nedeni de uzun yıllar feraiz dâhil
olmak üzere aktüerya hesaplarından marka hukukuna kadar birçok konuda
hukukçu bilirkişilik yapmış, bu vesileyle bilirkişilik kurumunun işleyişiyle ilgili birçok mikro gözlem yapmış olmamdır.
Hemen
belirtmeliyim ki, hastalık makro bir problemdir, ama nedeni
mikro(p)dur. Bu nedenle tüm organizmayı (makro) etkileyen hastalıkların
nedeni mikro (p) olduğu için olduğu teleskopla değil, mikroskopla
incelenir. Meslekî tecrübelerime göre, “adlî hastalıklarımızın” nedenleri mikro olmasına karşın, hastalık makro düzeyde yayılmışsa, mikro
seviyede sorun âdeta değiştirilemez bir olgu, bir veri olarak ortaya
çıkmaktadır. Başka bir deyimle; sorun makro düzeyde ortaya çıkmışsa; bu
sorunla yüzleşen bir şahsın, avukatın veya işletmenin, sorunun çözümünde
çok fazla seçeneği bulunmamaktadır. Makro düzeydeki sorunlarla, mikro
düzeyde mücadele etmeye çalışan insana, en iyimser nitelemeyle “hayatın gerçeklerini kavramamış” anlamında “idealist” deniyor ve olgunlaşmamış insan gözüyle bakılıyor.
Son birkaç yıldır, sadece
avukatlar ve müvekkilleri arandaki avukatlık sözleşmelerinden
kaynaklanan avukatlık ücreti alacağı davalarında hukukçu bilirkişilik
yapmış olmam, yargılamaya ilişkin mikro ve makro problemleri bütüncül
bir bakış açısıyla tespit etmemi sağladı. Zira bu davalarda, avukat
müvekkil ilişkileri, hâkimlerin davayı ele alış biçimlerini ve
bilirkişilerin yaklaşımını bir arada görme ve yaşama fırsatını buldum. Özellikle Avukatlık Sözleşmelerine dayalı ücret alacağı davaları, yargı sistemimizin hiçbir aktörünün –müvekkiller dâhil- sorumluktan
kaçamayacağı şekilde sorunları ve sorumluları ortaya koyan davalardır.
Bu yönüyle, benim için bu bilirkişilik dönemi çok öğretici oldu.
Yargıya dair sorunlarda herkesin bir diğerini suçladığı, kendi yanlışına diğerlerinin yanlışını gerekçe gösterdiği, bir
günah keçisi belirlediği bu konuda, meslekî bir şovenizme kapılmadan,
hatta çuvaldızı kendime/mize batırarak objektif bir yaklaşımla
tespitlerimi paylaşacağım.
Akademik bir dille konuyu ele almak yerine, üç kişilik bir kurulun üyesi olarak hazırladığım tipik bir dosya öyküsü üzerinden konuyu ele almayı daha doğru buldum.
Bu
dosya, bir Lego-kurgu dosya. Yani, bu dosyayla ilgili her bir unsur,
aynı nitelikteki dosyalardan seçilerek tipik sorunları içeren yeni bir
dava oluşturuldu. Bu anlamda dosya ve bu dosyayla ilgili öykü tamamıyla
gerçek, ama bir o kadar da tamamen hayalidir.
Böyle
bir yöntem izlenmesinin nedeni ele alacağımız davanın
kişiselleştirilmesinin veya belli kişi veya kurumlarla
ilişkilendirilmesinin önüne geçmek. Çünkü bu incelemedeki amacımız günah
keçisi tespit etmek değil. Benim de parçası olduğum, sorumlusu olduğum
sistemin röntgenin çekmek, tahlillerini yapmak ve herkesin müşteki
olduğu, acı çektiği “adlî hastalıklarımızı” tedavi etmek değilse bile, hatalığın teşhisine katkıda bulunmak.
Attila İlhan’ın romanlarının protokol sayfasındaki epilog cümlesinde dediği gibi: “ben bunları bir aynada gördüm”.
1. Dosyanın bilirkişi heyetine tevdi öyküsü
Dava
bir avukatın, bir kamu kurumuna karşı açtığı avukatlık ücreti alacağı
davasıydı. Mahkeme benim de aralarında bulunduğum avukatlardan oluşan üç
kişilik bir bilirkişi heyeti tayin etmiş ve dosyayı 2007 yılı Aralık
ayında bilirkişilerden birine teslim etmişti. Dosyada bilirkişi
seçildiğimden uzun süre haberim olmadı.
Zira
adliyenin yerleşik geleneklerine göre, mahkeme kalemi tarafından dosya,
heyetteki bilirkişilerden birine teslim edilir, dosyayı teslim alan
bilirkişi raporu hazırlar ve kaleme teslime eder; mahkeme kalemi diğer
iki bilirkişiye haber verir; diğer iki bilirkişi kaleme gelerek, çoğu
kez raporu okumadan imzalar.
Böylelikle,
aslında tek kişi tarafından hazırlanmış olan rapor; dosyadan bîhaber
diğer iki bilirkişinin imzasıyla “bilirkişi heyeti raporu” niteliği
kazanmış olur. Tabiî yaşamadığım için bilmiyorum, ama insan merak
ediyor: Heyet halinde çalışan mahkemelerde (ağır
ceza, Asliye Ticaret) davaların görülmesi de böyle mi oluyor? Esasında
kararları tek hâkim veriyor, tek hâkim yazıyor; tek hâkim çalışıyor
diğer ikisi sadece ispatı vücut edip, imza mı atıyor?
Bilirkişi
heyetinin bu geleneksel çalışma biçimine uymadığınız zaman; yani heyet
üyesi olarak dosyayı ve heyetten birinin yazdığı rapor taslağını gereği
gibi incelemeksizin imzalamaktan imtina ederseniz; görünüşte bu
talebinize karşı çıkan olmaz. Ama lisânı hâlden ve daha sonraki size
karşı mesafeli davranışlardan bunun çok hoş karşılanmadığını
anlıyorsunuz. Hele, dosyayı ve rapor taslağını okuyup; rapordaki görüşün
doğru olmadığını düşünerek, karşı görüş veya ayrık oy yazmaya kalkışırsanız işi yokuşa süren, zorluk çıkaran bilirkişi olarak değerlendiriliyorsunuz.
Her
neyse, konumuz olan dosyayı teslim alan heyet üyesi haber verinceye
kadar; bu dosyada bilirkişi olduğumdan haberdar değildim. Dosyayı 2007
Aralık Ayında teslim almıştı. Bu dosyada bilirkişi olduğumdan birkaç ay
sonra haberdar olmuştum. Ancak, arkadaşımızın yeni doğan bebeği vardı,
aile sorunları yaşıyordu. Bu nedenle raporu yazmayı ben üstlendim ve
dosyayı 26 Mayıs 2007 tarihinde ondan teslim aldım. Ne var ki, Eylül
2007 olmuştu. Bu zaman zarfında yaşadığım çalkantılı bir zaman dilimi
nedeniyle dosyayı hazırlayamamıştım.
Mahkeme
kaleminden aradılar. Mahkeme, bilirkişi heyeti hakkında, zamanında
dosyayı teslim etmediği için suç duyurunda bulunmaya karar vermişti
Dosyayı iki gün içinde yazıp vermezsem, bilirkişi heyeti hakkında görevi
ihmal veya suiistimalden suç duyurusunda bulunulacaktı.
Dosyayı
inceledim. Sadece esas dosya bendeydi. Dosyanın eki niteliğinde olan ve
incelenmesi gereken 103 adet dava dosyası vardı ve bunlar bir çuvalın
içinde Mahkemenin duruşma salonunda incelenmeyi beklemekteydi. Mahkemece
daha önce bir bilirkişi incelemesi yaptırılmıştı. İtiraz üzerine,
yeniden bilirkişi incelemesi yapmak üzere seçilmiştik. Aslında, suç duyurusu tehdidini atlatmanın en pratik yolu eski raporu biraz değiştirerek aynen yazmaktı.
Diğer
bilirkişi arkadaşım, soruşturma tehdidini atlatmak için geçici bir
rapor vermemizi, dosya tekrar geldiğinde ayrıntılı inceleme
yapabileceğimizi söylüyordu. Bunu kabul etmedim. Avukat olarak takip
ettiğimiz davalarda, bilirkişilerin özensizliğini eleştirip, hâkimleri
dosyaları okumamakla suçlayıp; kendimiz söz konusu olduğunda benzer
hataları yapmak büyük bir çelişkiydi. Raporu geciktirmiş olma hatası,
gelişigüzel bir rapor hazırlayarak telafi edilmemeliydi. Bu
içime sinmiyordu; içimdeki bir ses; raporu vermememi; burada
anlatacağım mikro ve makro tespitlerimi, bilirkişilik görevini ihmal
suçundan sanık olduğumda mahkemeye savunma olarak sunmamı söylüyordu.
Hâkimle görüşmeye gittim. Yerinde yoktu. Kalemdekiler Hâkimin duruşma salonunda karar yazmakta olduğunu söylediler. Yazı işleri Müdürüyle konuyu görüşmeye karar verdim.
Müdüre;
dosyanın eklerinin duruşma salonunda olduğunu; bu ekler olmadan raporu
yazamayacağımı; daha önceki dosyalarda da ekleri duruşma salonunda
inceleme yapmaya çalıştıysam da, çoğu kez hâkimin salonda karar yazması
veya başka nedenlere duruşma salonunda çalışma imkânı bulamadığımı, dosyalar
bana şimdi teslim edilse bile, raporu iki gün içinde yazmamın olanaksız
olduğunu; isterlerse dosyayı iade edebileceğimi; yalan yanlış bir rapor
vermektense yargılanmaya razı ve hazır olduğumu söyledim. Raporu iki günde teslim etmeye söz veremeyeceğimi söyledim.
Müdür,
mübaşire duruşma salonundan dosyaları getirmesini söyledi. Bir çuval
içinde mübaşir dosyaları getirdi. Müdür, bunu benim taşımamın olanaksız
olduğunu, çuvalı öğleden sonra gönderteceğini, raporu iki gün içinde
olmasa bile en kısa zamanda yazmamı, suç duyurusuyla ilgili teskereyi
bekleteceğini beyan etti. Öğleden sonra bir çuval dosya, esas dosyayı
teslim aldığım bilirkişi arkadaşın ofisine (ben “yazıhane” sözcüğünü
tercih ediyorum) teslim edilmişti.
2. Dosyanın incelenmesi
Ana
dosyayı baştan sonra okudum. Davanın konusunu teşkil eden 103 dosyayı,
hangi yönlerden inceleyeceğimize karar verebilmek için dosyanın
tamamına, en ince detayına kadar hâkim olmalı; uyuşmalık konusunu iyi
tespit etmeli ve sınırlandırmalı; heyete verilen bilirkişilik görevinin
kapsamını doğru tayin etmeliydim.
Uzun
sayılabilecek meslek yaşamımda çoğu kez rastladığım gibi, bu kalın
klasörün içindeki cirmi çok küçük olan bir evraktaki bir cümle veya
kelime davanın kaderini değiştirebilir; ama saatlerinizi vererek
okuduğunuz 50–60 sayfa hukuksal değer itibarıyla kelimenin tam anlamıyla
atık kâğıt da olabilir. Bunu bilmenin tek yolu hiçbir evrakı atlamadan,
bıkmadan, usanmadan dikkat ve tecessüsle okumak.
Bir
hukukçunun bu dosyayı ve eklerini hakkını vererek gerçekten okuması,
anlaması, değerlendirmesi için, başka hiç bir işe vakit ayırmadan ve
rahatsız edilmeden en azından aralıksız iki tam mesaisini sadece bu
dosyaya ayırması gerektiğini söylemeliyim. Fakat bu sırada, yanlış tevzi
edilen iki dava dosyamla ilgili akıllara ziyan
Bir
hâkimin haftanın 4 günü öğleye kadar günde en az 50 dosya ile duruşmaya
çıktığını biliyoruz. Bu her bir dosyanın bir duruşma için 4,8 dakika
ayırması, onlarca tanık dinlemesi, yerli yersiz birçok talep hakkında
karar vermesi anlamına geliyor. Öğleden sonra keşif, ihtiyati tedbir
gibi acele verilmesi gereken kararlarla ilgili dosyalar, gerekçeli karar
yazım, ertesi gün duruşması yapılacak dosyaların okunması gibi işleri
de dikkate aldığımızda hâkimin bu dosyayı gereken dikkat ve özenle
okumamasının ve gerekli incelemeleri yaparak bir kanaat oluşturmasının
biyolojik ve fiziksel olarak imkânsız olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır.
Dosyayı
incelediğim gün 3 duruşmaya girmiştim; ayrıca yanlış tevzi edildiği
söylenen iki dosyamla ilgili olarak adliye bürokrasisiyle kafkaesk ve
akıllara ziyan bir tartışmayı bir Tıpkı avukat olarak benim, tek işimin
sadece bilirkişilikten haftadır sürdürmekteydim; dişim ağrıyordu ve
dişçiye gidecek vakti bile bulamıyordum.
Muhakeme
Kanunları açıkça “hâkimlik bilgisiyle çözülebilecek konularda bilirkişi
dinlenemeyeceğini emretse de; hâkimin, bu koşullar altında hukukçu bir
bilirkişiye başvurmaktan başka çaresinin kalmadığını kabul etmek zorunda
olduğumuz söylenebilir. Ama
hâkimlerin terfi için gerekli olan yılda kırk adet dava dosyasının bile
olmadığı taşra mahkemelerinde de avukatlık yapmış biri olarak, bu kadar
acele yargı vermemek gerektiğini biliyordum.
Çünkü
iş miktarı ne olursa olsun; yargılama kalitesinde bir değişik
olmadığını; yılda kırk adet dosyası olan mahkemede de dört yüz adet
dosyası olan mahkemede de, bir iki istisna hariç, mikro ve makro
sorunlar değişmiyordu. O halde
hukukçu bilirkişiliği meşrulaştırma gerekçesi olarak ileri sürülen iş
yoğunluğu mazeretini kabul etmekte acele etmeden; iş yoğunluğunun
nedenleri üzerinde durmak daha isabetli sonuçlar elde edilebilir.
Neyse dosyayı hukukçu bilirkişi olarak incelemeye başlayalım. Sonunda da tüm yargılama süjeleri âdil bir biçimde sorumluluğu paylaşalım.
a) Dava dilekçesindeki makro ve mikro problemler
Dava
dilekçesinin sonunda avukat imzası olmasa, bu metnin liseyi zar zor
bitirmiş bir kalemden çıktığını düşünebilirdiniz. Temel eğitim
kompozisyon dersinden sınıfta kalacak bir dilekçeyle karşı karşıyayım.
Avukatsız dosyalarda yurttaştın yazdığı veya istidacıya yazdırdığı
dilekçelerde bu zafiyet hiç de üzücü bir şey değil; hatta bazen sevimli
bile geliyor insana. Ama bir hukukçunun kaleminden çıkmış bir dilekçede asgarî gereklerin yerine getirilmediğini görmek gerçekten çok can sıkıcı.
Dilekçe,
103 adet dava dosyasından dolayı avukatlık ücreti alacağı istemine
ilişkin. Böyle bir dava dilekçesinde, her şeyden önce düzgün bir tabloda
103 adet davanın sıra numarası altında listelenmesini; her bir dava
için ne talep edildiğinin açık ve anlaşılır biçimde açıklanmasını;
kısaca olayların özetini ve talebin hukuksal dayanağının izah edilmesini
beklersiniz (HMUK 179) .
Hazırlanan
tabloda; davalar çok özensiz olarak listelenmişti. Her şeyden önce
liste bir mantığa dayalı değildi. Sıralamada bir ölçüt (Dava tarihi,
Mahkeme adı, sonuçlanmış ve derdest dosyalar veya küçükten büyüğe doğru
esas numarası) kullanılmamıştı.
Yargıtay’dan bozulup gelen ve yeni esas alan dosyalar; sanki farklı
davalarmışçasına eski ve yeni esas numaralarıyla farklı sıra numarası
altında mükerrer olarak listeye yazılmıştı, aynı davadan dolayı iki kez
ücret talep ediliyordu. Davaların son durumu dilekçeden ve listeden
anlaşılmıyordu. Hatta listede anlamsız bir sözcüğün (sanırım
bir isim veya soyadı) olduğu ve başka bir açıklamanın olmadığı bir
satır vardı. Üstelik çift sütun hazırlanmaya çalışılan liste, tek
sayfaya sığmayınca sıra numaralarındaki teselsül de bozulmuştu. Davanın
sonuna kadar; yargılamadaki her işlemde tabloda yer alan hangi davadan
söz edildiğini açıklamak için referans olarak kullanılacak ve en az
sekiz kişi ( Hâkim, Kâtip, en az dört bilirkişi, Yargıtay tetkik hâkimi, kuramsal olarak beş, belki bir Yargıtay üyesi) tarafından
anlaşılmak için emek harcanacak, anlaşılmaya çalışılacak bu temel
metnin hazırlanmasına hiç mi hiç özen gösterilmemişti.
Davayı
kısaca özetleyecek olursak: Davacı avukat, bir kamu kurumuyla bir
avukatlık sözleşmesi imzalamıştı. Bu sözleşmeyle avukat, kamu kurumunun
tüm dava icra işlerini takip etmeyi üstlenmişti. Sözleşmeye göre davacı
avukat, ücret olarak sadece kurum adına takip ettiği icra takiplerinin
takip miktarı üzerinden ve tahsil şartına bağlı olarak %1,5 prim ve
karşı taraftan tahsil edilecek yargılama gideri niteliğindeki karşı
taraf avukatlık ücretinin %80’ini ücret olarak almayı kabul etmişti.
Sözleşmede; aylık maktu bir ücret belirlenmediği gibi, avukatın
takip edeceği davalar için bir ücret belirlenmemiş; hatta icra
takipleri için belirlenen ücret dışında avukatın herhangi bir ücret
talep etmeyeceği konusunda açık bir hükme yer verilmişti. Sözleşme
şartları; ilgili kamu kuruluşunun Yönetim organı tarafından tek yanlı
olarak “tip sözleşme olarak” düzenlenmiş ve bu sözleşme avukat
tarafından imzalanmıştı. Sözleşme bir yıl süreliydi. Sözleşme, eğer
taraflarca sürenin bitiminden 15 gün evvel fesih bildiriminde
bulunulmazsa aynı koşullarda bir yıl daha yenilenecekti.
Sözleşme,
taraflar arasında 4 yıl uygulanmış; dördüncü yılın sonunda davalı kamu
kuruluşu sözleşmeyi yenilemeyeceğini bildirerek, sözleşmeyi feshetmişti.
Sözleşme süresince davacı avukat; icra takipleri için öngörülmüş ücreti
düzenli olarak almıştı. Huzurdaki
davada davacı avukat; sözleşmenin yürürlükte kaldığı sürede kamu
kurumunu temsilen takip ettiği, sözleşmede ücret belirlenmeyen, 103
adet dava için Avukatlık Kanunu ve avukatlık ücret tarifesine göre
hesaplanacak ücreti kısmî dava yoluyla şimdilik 25.000 TL’sini talep
etmekteydi.
Yukarıda
özetlediğimiz olayı, ne yazık ki dava dilekçesinden açık ve seçik
olarak anlamak mümkün değildi. Olayı anlamak için, dava dilekçesini
okumak yeterli olmuyordu. Oysa dilekçeyi okumak olayı anlamak için
yeterli olmalıydı.
Bu
özeti yapabilmek için dava dosyasının tümünü okumak zorunda kaldık.
Oysa Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 179. maddesine ve Türkçe
kompozisyon ilkelerine uygun olarak hazırlanmış bir dilekçeden olay,
hukuksal dayanak, deliller ve talep anlaşılabilmeliydi.
Davacı
avukat; sözleşmede hüküm altına alınmış avukatlık ücretini talep
ediyormuş izlenimi yaratacak şekilde kaleme almıştı. Oysa bu davalar
için sözleşmede ücret belirlenmediği tartışmasız bir şekilde
anlaşılıyordu. Avukat; eğer sözleşme geçersiz sayılırsa Avukatlık
Kanunun 164. maddesine ve tarifeye göre avukatlık ücreti talep ediyordu.
Bu davalarda karşı taraf avukatlık ücretinin avukata ait olması
gerektiğini muğlâk bir cümle ile ifade etmesine karşın, bu konuda bir
talebinin olup olmadığını anlamak olanaksızdı. Her bir dava için, ne
kadar ücret talep ettiği açıklanmamıştı. Davacı avukat fazlaya ilişkin
haklarını saklı tutarak bu davalar için şimdilik 25.000 TL avukatlık
ücreti ve faizini talep ediyordu. Davacı avukat; hukuk muhakemesinin en
temel ilkesi olan “ taraflarca hazırlanma” ilkesini ihlal ederek
toparladığı muğlâk ve tasnifsiz bir belge yığınını usule aykırı bir
dilekçeyle hâkimin kürsüsüne koymuştu.
Önceki
bilirkişi raporuna göre; dava konusu edilen 103 dava dosyasının 35
adedi Yargıtay’da olduğundan, bu davalarla ilgili inceleme davacı vekili
tarafından dosyaya ibraz edilen tasdiksiz karar fotokopileri üzerinden
yapılmıştı. HMUK’na göre bunların Mahkemece kabul edilebilmesi için
mahkemesince “aslının fotokopisi” olduğunun onaylanması gerekirdi. Eğer
bu 35 dosya, diğer bilirkişi arkadaşımın ofisinde açılmayı bekleyen
dosya çuvalından çıkmazsa, bir hukukî problemle karşı karşıya olduğumuz
söylenebilirdi.
Davacı
avukat ilk bilirkişi incelemesinden sonra, 6 adet dosyadaki talebini
sadece dosya numarası belirterek (dava dilekçesindeki listedeki sıra
numarasını zikretmeden) bu dosyaların temyiz incelmesinde olduğundan
bahisle “âtiye” bırakmıştı. HMUK 185/1 maddesi gereğince, “âtiye”
bırakmanın anlamı, bu dosyalar için talebinden vazgeçmek demekti ve bu
talep davadan feragatin aksine karşı tarafın kabulüne bağlıydı.
Duruşmada, bu altı dosya için davadan vazgeçmeyi kabul edip etmediği
davalıya sorulmamıştı ve bu konuda ara kararıyla bir hüküm verilmemişti.
Bu durumda, Bilirkişi olarak bu dosyaları inceleyip inceleyemeyeceğimiz
belli değildi.
Dava dilekçesinde olması gerekenlere yer vermeyen davacı avukat; “avukatlığın kamu hizmeti ve serbest meslek olması, yargının kurucu unsurlarından olması, mahkemenin vereceği hükümle, yargının
kurucu unsuru olan avukatların toplum üzerinde bıraktığı intibanın aynı
zamanda yargıya da yansıyacağı dolayısıyla adalet mekanizmasının
güvenirliğine katkıda bulunacağı…” gibi dava ile ilgisiz ve son derece
sıkıcı birçok açıklamaya yer vermişti. Kompozisyon ilkelerinden yoksun
dilekçelerde, bu tür gereksiz açıklamaların arasında, aniden ve
beklenmedik şekilde davanın kaderini etkileyecek tuzak bir cümleye
rastlamak her zaman muhtemel olduğundan bu gereksiz açıklamaları daha
fazla dikkatle okumak zorundasınız.
Öte
yandan Hukuk Usulü Muhakemeleri kanunun 179. maddesinin 3. fıkrasına
göre; delillerin dava dilekçesinin ekinde mahkemeye sunulması
emredilmesine karşın; dava dilekçesi ekinde delil sunulmamıştı. Hukukumuzda
dava dilekçesi ekinde delillerin sunulmasına ilişkin norm, ihmal
yoluyla ve yargılama süjelerinin ittifakıyla yürürlükten kaldırılmıştır;
daha doğrusu hiç yürürlüğe girmemiştir.
Hukukumuzda
muhakeme kanunlarındaki uygulanmayan hükümler azımsanmayacak sayıdadır.
Benim kişisel tespitlerime göre muhakeme kanunlarının tüm hükümlerin
yaklaşık üçte biri uygulanmamakta veya yasak savma kabilinden özü ihmal
edilerek uygulanmaktadır. Muhakeme normlarının tam olarak uygulanmasında
ısrar eden avukatlar, diğer avukatlar tarafından dahi yadırganmakta ve
hâkimler tarafından çoğu kez adlî mobbing uygulamalarıyla pasifize
edilmektedir.
Bu
tarz dava dilekçeleri, ne yazık ki, bilirkişi olarak incelediğim
dosyalarda ve avukat olarak taraf olduğum davalarda ortalama kaliteyi
temsil etmektedir. Bundan daha vahim dilekçeler, istisna kabul edilemeyecek sayıdadır.
Biz avukatların adliye koridorlarında yargı sistemine yönelik olarak “hâkimler dosya okumuyor” klişe eleştirimizin cevabını kendimiz verme yürekliliğini gösterme vakti gelmiştir:
“Biz avukatlar, hâkimlerin önüne okunmaya değer ve anlaşılabilir dilekçeler koyuyor muyuz?”
O
halde iş yoğunluğunun ve davaların uzamasının nedenlerinden bir kısmını
tespit etmiş bulunuyoruz: Hukuk davalarında dava dilekçelerinin birçoğu
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 179. maddesinin aradığı koşulları
taşımamaktadır. Biçimsel olarak bu koşulları taşıyan dilekçelerin
birçoğu; dilekçenin anlaşılmasını güçleştirecek derecede Türkçe
dilbilgisi ve kompozisyon kurallarından yoksundur. Ayrıca
kanunun emredici hükmüne rağmen dava dilekçesiyle birlikte, deliller
ibraz ve ikame edilmemektedir. Dava açılmasından yaklaşık bir buçuk-iki
ay sonraya verilen ilk duruşma gününde taraf avukatları delillerin
ibrazı için süre istemektedirler. Deliller en erken, ikinci duruşmada,
yani dava açıldıktan 2–4 ay sonra sunulmaktadır. Daha davanın başında
iki duruşma gereksiz icra edilmektedir. Çoğu davada delil bildirme
süresi mahkemece sınırlandırılmadığından taraflar davanın son aşamasına
kadar delil ibraz etmeye devam etmektedir. Bu
uygulamada taraf avukatları ve hâkimler arasında zımnî bir mutabakat ve
karşılıklı hoşgörü vardır. Bir avukatın tek yanlı çabası; uygulamanın
istikrarı karşısında yenilgiyle sonuçlanmakta, o avukat da kısa bir süre
sonra çoğunluğun uygulamasına tâbi olmaktadır. Sonuç olarak hâkimlerin günlük 50 duruşmasının önemli bir bölümünün açıkça gereksiz duruşmalar olduğunu söyleyebiliriz.
b) Avukat-müvekkil ilişkilerindeki mikro ve makro problemler
İncelediğimiz dava dosyası; avukat-müvekkil ilişkilerindeki mikro ve makro problemleri de ortaya koymaktadır.
İncelenen davada aleyhine ücret davası açılan bir kamu kurumudur. Avukatlık Sözleşmenin altında; kamu kurumunu temsilen bir avukatın imzası vardır.
Kamunun
koşullarını tek yanlı belirlediği bu sözleşmenin içeriği birçok yönden
Borçlar Kanuna ve Avukatlık Kanununa açıkça aykırıdır. Bu sözleşme,
Devletin avukatlık mesleğine biçtiği değerin en açık ifadesi ve
sembolüdür.
Her
şeyden önce; davacı avukatın takip ettiği icra takipleri için tahsil
şartına bağlı olarak % 1,5 avukatlık ücreti belirlenmesi Avukatlık
Kanununa aykırıdır.
Avukatlık
Kanununa göre; avukatlık sözleşmesiyle belirlenebilecek ücret
miktarının alt ve üst sınırları bulunmaktadır. Buna göre, değeri parayla
ölçülebilir işlerde, avukat ve müvekkili yapacakları sözleşmede
avukatlık asgari ücret tarifesinin altında olmamak kaydıyla işin
değerinin %25’ini aşmamak üzere bir ücret belirleme özgürlüğü
bulunmaktadır. Değeri parayla ölçülemeyen davalarda ise asgari ücret
tarifesindeki maktu ücretlerin altında kalmamak kaydıyla ücretin
miktarını belirlemek serbesttir.
Başka
bir ifadeyle ücretin alt sınırını Asgari ücret tarifesi tayin
etmektedir. Avukat ve müvekkilin asgarî ücret tarifesinin altında ücret
kararlaştırma özgürlüğü yoktur. Davacı
avukatın takip ettiği icra işleri parayla ölçülebilir işlerden olması
nedeniyle; bu işler için yapılacak sözleşmede belirlenen tarifenin
altında olmaması gerekir. İncelediğimiz davada, sözleşmeyle belirlenen
ücret, kaba bir hesapla tarifenin yaklaşık sekizde biri kadardır. İkincisi, bu ücretin tamamının tahsil koşuluna bağlanması da hukuka aykırı bir şarttır.
Öte
yandan, sözleşmede % 80’inin avukata ait olacağı kararlaştırılan icra
takiplerinde karşı taraftan alınan avukatlık ücretinin tamamı, yasa gereği avukata aittir.
Davacı
avukat, sözleşmeyle sadece icra takiplerini üstlenmiş olsa bile;
sözleşmede bu işler için öngörülen ücret yasanın öngördüğü asgari
miktarın çok altında ve bu yönüyle yasaya açıkça aykırıdır.
Davacı avukat, ahde vefa gösterip bunu dava konusu yapmamıştır. Benzer
sözleşmelerde davacı avukatların, sözleşmenin geçersizliğini ileri
sürerek geçmişe dönük Avukatlık Kanununa göre hesaplanacak ücreti talep
ettikleri de vakidir.
Davacı avukatın talep ettiği ücret; sözleşme
gereğince ücretsiz takip etmeyi yüklendiği davalara ilişkindir. Başka
bir ifadeyle; sözleşmede avukat icra takiplerinin yanı sıra başka
davaları da takip edeceğini taahhüt etmiş; ancak bunlar için bir ücret
talep etmeyeceğini kabul etmiştir. Sözleşmenin feshedilmesinden sonra,
takip ettiği bu davalar için avukatlık ücreti talep etmektedir. Ücret
talep ettiği davaların, icra takipleriyle fiili veya hukuksal bağı
bulunmamaktadır.
Peki, pek çok avukat böyle bir kölelik sözleşmesini niçin imzalar ve bunu dört yıl sürdürür?
Avukat
sayısının çokluğu ve avukatlık hizmetinde haklı ve haksız rekabetin
yoğunluğu artık herkesin malumu. Bir kamu kuruluşunun veya bir bankanın
avukatlığı; genel seçimlerde ve baro seçimlerinde siyasilerin “seçim vaatleri” arasına girmiştir.
Kamu kurumları ve özellikle bankalar, açıkça
hukuka aykırı bu kölelik sözleşmelerini, avukatların içinde bulunduğu
geçim sıkıntısını istismar ederek imzalatabilmektedir.
Bu
sözleşmeler, bir süre uygulandıktan sonra, ya müvekkil tarafından bir
azil sebebi ya da avukat tarafından haklı bir istifa sebebi yaratılarak
feshedilmekte ve istisnasız hepsi avukatlık ücreti alacağı davasının
konusu olmaktadır.
Bu
durum kamu veya özel hukuk tüzel kişileriyle avukatlar arasında yapılan
sözleşmelerle sınırlı değildir. Gerçek kişilerde de benzer sorunlar
gündemdedir.
Müvekkilini,
avukatlık ücreti konusunda tam olarak bilgilendiren, Avukatlık
Kanununun çizdiği sınırlar içinde reel ücretler talep eden, bu konuda
şeffaf davranan, karşılıklı hak ve yükümlülükleri açık seçik yazılı
sözleşmeye bağlamak isteyen bir avukatın o işi üstlenmesi ve avukatlık
sözleşmesi yapması neredeyse olanaksız hale gelmiştir.
İş
sahipleri, avukatlık asgari ücret tarifesinin çok altında ücret teklif
etmekte, hatta masrafların avukat tarafından karşılanmasını
beklemektedir. Bu tekliflerini kabul eden veya kabul etmiş gözüken
avukata işini teslim etmektedir.
Gözlemlerimize göre bu tür sözleşmeler, uygulanma aşamasında, mutlaka avukat-müvekkil uyuşmazlığıyla sonuçlanmaktadır. Avukat
ya işi bitirmenden haklı bir istifa nedeni yaratarak ücret davası
açmaya, ya da işi bitirdikten sonra yaptığı yazılı sözleşmenin
geçersizliğini ileri sürerek yasal ücret talep etmek yolunu seçmektedir.
Ya da emeğinin sömürüsünü sineye çekip; elinden geldiği kadar işini
yapmaya odaklanmaktadır. Bu yolun sonu da, meslekî tükenmeyle
sonuçlanmaktadır.
Avukatın
yasal sınırlar içindeki ücret sözleşmesi tekliflerine ve yasal dava
masraflarının talep edilmesine sıcak bakmayan iş sahipleri; ne yazık ki
davasının hukuk dışı yol ve yöntemlerle çözüleceğine ilişkin vaatlere
ölçüsüz bir şekilde ödeme yapmaya ( aslı olsun olmasın bilirkişiye, hâkime veya diğer kamu görevlilerin rüşvet verileceği vs.) daha hevesli gözükmektedir.
Özetle,
tam bir güven ilişkisine dayanması gereken avukat müvekkil ilişkisi,
giderek daha fazla oranda güvensizliğe ve birbirini tuzağa düşürme
çabasına doğru evrilmektedir.
Bu ücret rejiminin başka yan etkileri de vardır:
Uzlaşma
olanağı olan ve danışma aşamasında avukatın küçük bir gayretiyle dava
açmadan çözülebilecek uyuşmazlıklar için, doğrudan dava açılması tercih
edilmektedir. Çünkü bir avukat için uyuşmazlığı dava ile çözmekten daha
çok beceri, anlayış ve fedakârlık gerektiren danışma ve uzlaşma safhası
için iş sahibi ücret ödemeyi reddetmektedir.
Fiili
ücret rejimi avukat için önüne gelen her uyuşmazlığı enine boyuna
irdelemeden, hatta davanın başarı ihtimali konusunda bir değerlendirme
yapmadan, başarı şansı olmayan uyuşmazlıkları dava konusu yapmayı ve
hatta uyuşmazlığı tahrik etmeyi kârlı (!) ve hatta zorunlu hale getirmektedir.
Zaten, iş sahibi “bir hukuksal sorununu danışmaya” değil; “bir davasını avukata vermeye”
gelmektedir. Hukuksal değerlendirmesi sonuncunda bir davayı üstlenmeyi
reddeden bir avukat, iş sahibi tarafından ve hatta deneyimli
meslektaşları tarafından dahi hayretle karşılanmaktadır.
Ülkemizde avukat müvekkil ilişkileri problemlidir. Başta avukatların kendisi olmak üzere, kamu
kuruluşları da dahi olmak üzere iş sahipleri avukatın emeğine saygı
duymamaktadır. Ekonomik koşullar, avukatları uygulanması bir insandan
beklenmeyecek koşullarda iş kabulüne ve kendisine sunulan her
uyuşmazlığı yeterli inceleme yapmadan mahkemeye taşımaya zorlamaktadır.
Bu
şartlar altında, avukatın işi reddetme hakkını kullanması, ya da
uyuşmazlığı alternatif uyuşmalık yolları, uzlaşma vs. yollarla davasız
olarak çözmeye teşebbüs etmesi beklenemez.
c) Cevap dilekçesindeki mikro ve makro problemler
Cevap
dilekçesinin durumu da, dava dilekçesinden çok farklı değildi.
Azilnamede avukatın bir kusur ve ihmalinden söz edilmemesine ve
sözleşmenin sözleşme süresinin dolması ve yeni dönem için sözleşmenin
yenilenmeyeceğinin bildirilmesine karşın cevap dilekçesinin dörtte üçü
avukatın kusur ve ihmallerine ayrılmış ve sözleşmenin haklı olarak
feshedildiği savunması yapılmıştı. Uzun uzun avukatın ihmalinden ve
kusurlu davranışından bahsetmesine karşın; bu kusur ve ihmallerin ne
olduğu, hangi dosyada avukatın nasıl bir ihmalinin olduğuna ilişkin
genel ve soyut açıklamalardan başka somut bir açıklama yoktu. Dilekçede
sözü edilen ihmallerden birisi de, avukatın aylık raporları hiç
vermediği yönündeydi. Sözleşme tam beş yıl üst üste yenilenmiş, davacı
avukat yüzlerce dosyayı takip etmiş; sözleşmede açıkça bu durumda
sözleşmenin sürenin sonu beklenmeden derhal fesih hakkı tanınmasına
rağmen bu hak kullanılmamıştı. Davalı vekili; avukatın kusur ve ihmali
olmasa bile, sözleşmedeki feshi ihbar hakkını kullandığını terditli
savunma olarak açıklamıştı. Bu savunma aslında, azilname içerdiğine
uygun olanıydı. Davalı avukat, davacı avukatın, yasaya aykırı olduğunu
bile bile sözleşmeyi imzalayıp, sözleşme feshedildikten sonra hak talep
etmesinin iyi niyet kurallarına aykırı olduğunu da ileri sürüyordu.
Bu
dilekçe de, kalite bakımından, dava dilekçesinden farksızdı. Bu nedenle
aynı şeyleri tekrarlamamak için dava dilekçesiyle ilgili
söylediklerimize atıf yapmakla yetiniyoruz.
Taraflar replik ve düplik dilekçesi vermemişlerdi.
d) Tahkikat Aşamasıyla İlgili mikro ve makro problemler
Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunun 216. maddesine göre Mahkemenin tahkikat aşamasına ilk yapması gereken şey, iki
tarafların mutabık kaldıkları cihetleri ve tespit ve ihtilaflı olanları
bir ara kararıyla ayırmak olmalıdır. Mahkemece yapılması gereken diğer
bir usul işlemi, tarafların yeterince açıklamadığı olgularla ilgili
olarak aynı kanunun 213. maddesi gereğince tarafları olgular konusunda
isticvap etmektir.
Başka
bir deyimle, hakimin ilk duruşmada yapacağı işlerden biri; uyuşmazlık
konusu olan olaylarla, tarafların mutabık kaldığı olayları tespit
etmektir. Ne yazık ki bu hükümlerin uygulandığına, yirmi iki yıllık
meslek hayatımda, iki kez tanık oldum. Hakim ilk celsede; dilekçelerdeki
anlaşılmayan hususları taraf vekillerine sormuş, beyanlarını tutanağa
geçmiş ve taraflar arasındaki uyuşmazlığın ne olduğunu ve hangi
hususlarda delil gösterebileceklerini ara kararına yazdırmıştı.
Bu
hükmün uygulanması, davaların süresini çok kısaltabilecek bir
uygulamadır. Ama, şu ana kadar yukarıda zikrettiğim iki olay dışında bu
hükmün uygulandığına hiç tanık olmadım.
İncelediğimiz
dosyada da bu yapılmamış; taraflara delil bildirmek üzere bir sonraki
duruşmaya kadar süre verilmiş, delillerin karşılıklı tebliğine ilişkin
bir hüküm verilmemiş; delillerini hasretmeleri istenmemişti. Taraflar
yargılamanın ikinci bilirkişi incelemesi aşamasına kadar parça parça
delillerini sunmuşlar; mahkemede bu delillerin hepsini, hiç bir
değerlendirme yapmadan dosyaya kabul etmişti. Mahkemenin kabul ettiği bu
delillerden birçoğu uyuşmalıkla ilgili değildi.
İlk
bilirkişi raporundan sonra davalı vekili, aslında taraflar arasında
uyuşmazlık konusu olmayan icra takip dosyalarıyla ilgili ödemelerin
yapıldığına ilişkin bir tomar makbuz ve belge sunmuştu. Oysa bu husus
uyuşmazlık konusu değildi. Davacı da, yine dava konusu etmediği bu
ücretlerin tam olarak almadığını ileri sürmüştü. Mahkeme bu belgeleri
hiçbir değerlendirme yapmadan, dosya arasına koymuştu. Esasen bunların
ne için ibraz edildiği ibraz eden tarafa sorulup, davayla ilgisiz olduğu
anlaşılacak şekilde taraf beyanı alındıktan sonra, HMUK 242. maddesi gereğince bir ara kararıyla verene iade edilmesi gereken belgelerdi.
HMUK
242. maddenin uygulanmasında, istisnai olarak meslek hayatımda birkaç
kez rastlama mutluluğuna erdim. Ama incelenen dosyada, Mahkeme evrak
olarak taraflar ne vermişse dosyaya koymuş; bu belgeler hakkında bir
karar vermemişti. Dosya, tasnifsiz bir belge yığınıydı.
Tarafların;
da sonraki dilekçelerinde, dava konusu 103 dosyayla ilgili
beyanlarında, dava dilekçesindeki sıralamaya uyulmadığından ve mantıklı
ve bilimsel bir atıf sistemi kullanılmadığından; inceleme tam bir eziyet
halini almıştı. Örneğin; “dava dilekçesindeki tablonun 3. sırasındaki
Ankara 3. Asliye Hukuk mahkemesinin 2002/12 esas numaralı davasında…”
gibi bir açıklama dilekçeyi değerlendiren kişi için büyük bir kolaylı
sağlayacakken; “Fahrettin Kayhan dosyasında …” gibi bir açıklamayla
yetinilmiş; hâkimin bahsedilen dosyanın hangisi olduğunu bulması için
gereksiz zaman harcamasına yol açacak ifadeler kullanılmıştır.
Cevap
dilekçesinde somut bir ihmal iddiası ileri sürmeyen davalı, delil
listesinde; dava konusu olan 103 dosyadan hiç birinin yer almadığı,
davalı avukatın kusur ve ihmalinin bulunduğunu iddia ettiği 15 adet dava
listesi sunmuştu. Bunların içinde, davacı avukatın avukatlık ücreti
istediği 103 adet dosyadan hiç biri yoktu. Bu dosyalarla ilgili
iddialar, sözleşmenin son dönemine ilişkin değildi. İkisi açıkça
sözleşme kapsamı dışındaydı. Bu dosyaların incelenmesinin yine ara
kararıyla uyuşmazlıkla ilgili olmaması nedeniyle HMUK 242. maddesi
gereğince reddi gerekmekteydi. Hukuksal niteleme çerçevesinde,
bilirkişilerin ve hâkimin incelemesi gerekmeyen dosyalardı.
Yargılamada
bilirkişi incelemesine kadar geçen iki yılık süre içinde yapılan 17
duruşmanın 5 tanesi hariç, diğerleri gereksiz duruşmalardı.
e) Bilirkişiye verilen Görev
HMUK
279. maddesine göre hâkimin bilirkişiye sorulacak soruları belirlemesi,
başka bir ifadeyle bilirkişinin görevinin sınırlarını çizmesi
gerekmektedir. Ne var ki bu hüküm de, fiilen yürürlükte olmayan hükümlerdendir.
Ara
kararında “dosyanın üç kişilik bilirkişi heyetine tevdiine,
bilirkişiler için 200’er TL bilirkişi ücreti takdirine” karar
verilmişti.
Biz hangi konuda bilirkişilik yapacaktık? Bizden hangi “özel ve teknik bilgi” gerektiren olgu soruluyordu?
f) Çuvaldan çıkan hayal kırıklığı
Dosyadaki
ilk incelemeden sonra sıra 103 dosyanın incelenmesine gelmişti.
Dosyaların niçin çuvalla bize verildiğini anlamak mümkün değil. Zira,
Mahkemesinden getirtilen bu dosyaların, duruşmada tarafların huzurunda
incelenip, dava için önemli noktalarının tutanağa geçirilmesi (ki bunu
ceza davasında C. Savcıları yapıyorlar) ve dava için önemli görülen bir
iki belgeden fotokopi alınarak tasdik edilip dosyaya konması ve dosyanın
Mahkemesine iadesi gerekli ve yeterliydi. Zira
dosya esas mahkemesine de gerekebilir. Böylelikle, dava dosyasının
arkasından bu çuvalın Yargıtay’a kadar sürüklenmesine gerek kalmazdı. Bu
çuvalın içindekileri okuyanları değilse bile, hiç olmazsa taşıyanları düşünmek gerekmez mi?
Neyse,
meslektaşımın bürosundayım. Dosya çuvalını açıyoruz. Çuvalın içinden
103 dosyanın 72 adedi çıkıyor. İki adet de davayla ilgisi olmayan dosya
çıkıyor. Belki de bu iki dosyanın tarafları, şu anda Mahkemede
dosyalarını arıyorlardır. Dosyaları,
dava dilekçesindeki listeyi esas alarak sıraya sokuyoruz. Yarım gün
içinde raporun sadece dosyaların incelenmesi tamamlanıyor. Raporu,
tamamlamak üzere büroma dönüyorum.
Esas
dosyaya tekrar okuyorum. Çuvaldan çıkan 72 dosya dışındaki diğer
dosyalar ana dosyaya hiç gelmemiş. Mahkemelerinden dosyaların temyizde
olduğu belirtilmiş. Davacı avukat bu davalarda verilen kararların
onaysız fotokopisini ibraz etmiş. Mahkeme onaysız fotokopileri kabul
etmiş. İlk bilirkişi incelemesi de bunlar üzerinden yapılmış. O zaman
biz bir çuval dosyayı niçin inceledik? Pekala bu dosyaların
kararlarından da tasdiksiz fotokopi alınıp dosya içine konabilirdi.
Bu
onaysız karar fotokopileri incelemeye esas alacak mıyız? Almayacaksak
dosyada bunların işi ne? Bunun takdiri hâkime ait değil mi?
Ne yapmalı?
Raporu
yazmayıp, bir ön raporla iade mi etmeli? Önceki deneyimlerimden
biliyorum: Dosya tekrar bize verildiğinde dosyanın durumunda bir
değişiklik olmuyor ki.
Hiçbir şey yapmayıp, hakkımızda suç duyurusu yapılmasını mı beklemeli?
Makro
problemlere mikro çözümler üretmeye çalışmanın sonucunu biliyorum:
dışlanma, yalnızlık, hayatın gerçeklerini bilmemekle suçlanmak, günah
keçisi olmak.
Raporu
yazmaya karar veriyorum. Raporu yazmak için büroda geceledim. Rapor
gece 04.30’da bitti. Yarın diğer bilirkişi arkadaşa gönderirim. Üçüncü
bilirkişi dosyayı hiç görmedi. Onu da kalem çağırır, imzalatır.
Üçüncü bilirkişi dosyayı inceler mi?
Bilmiyorum.
…
Sonuç: Mesleğe başladığım günden bu yana yargılama reformundan söz edilir. Yargının yüceliğinden ve savunma mesleğinin kutsallığından…
Reform
olarak önerilen ise genellikle yasa değişikliğidir. Hukukçular olarak
hep reform halindeyizdir. Zihniyet reformu olmadan, yasalardaki reform,
hukuku ciddîye alan az sayıdaki insanı daha da mutsuz etmekten başka bir
işe yaramıyor.
Artık
yasa değişikliğinin çok az şeyi değiştirebildiğini; yasa
değişikliklerinin kökleşmiş alışkanlıkları değiştirmeye yetmediğini;
değişen yasalara rağmen biz avukatların, yargıçların savcıların ve
bilirkişilerin eski uygulamaları devam ettirmekte ısrar ettiklerini; bu
kültürün hukuk eğitimi ve staj eğitimi adı altında kuşaktan kuşağa
aktarıldığını ve bu kısır döngüyü kırmanın neredeyse olanaksız olduğunu
bilecek yaştayım.
Raporu tamamladığım gün, 46. doğum günüm.
Bu güne kadar niçin mi hukukçu bilirkişilik yaptım?
Bu satırları yazabilmek için desem…
Ankara, 21 Ekim 2007
Avukat Fahrettin Kayhan
Kaynaklar
Mehmet Kamil Yıldırım, Medenî Usul Hukukunda Delillerin Değerlendirilmesi, Kazancı Yayınları, İstanbul 1990.
Yaşar Karayalçın ve Aynur Yongalık,
Hukukda Öğretim-Kaynaklar-Metod Problem Çözme, Genişletilmiş ve
Güncelleştirilmiş 7. Baskı Banka ve Ticaret Hukuku Enstitüsü Yayınları,
Ankara 2008.
Okan Gündüz, Anglo-Amerikan Hukuku Işığında Medenî Yargılama Hukukunda Dava Yönetimi, Yetkin Yayınları, Ankara 2009.
Ramazan Arslan, Medenî Usul Hukukunda Dürüstlük Kuralı, S
Yayınları, Ankara 1998.
Yorumlar
Yorum Gönder